AVM’nin müdavimleri: Kadınlar

Ruhsuz kentleri andıran AVM’ler gitgide hayatımızın bir parçası olmaya devam ediyor. Pandemi döneminde bile vazgeçilmeyen sadece sosyalleşmenin değil, aynı zamanda “bireyselliğin”, “özgürlüğün” ve “kimliğin” oluşturulduğu mekânlar olan AVM’lerin “o ışıltılı atmosferlerinde” zaman geçirenler daha çok kadınlar. Kadınların, özellikle kadın düşmanı kent politikaları ve kentsel planlama anlayışı nedeniyle yani esasında zorunluluk nedeniyle AVM’leri tercih ettiğini söyleyen doktorant Nuray Türkmen’e göre tüketimin dışında taciz bu mekanların sistematiği.

Ruhsuz kentleri andıran AVM’ler gitgide hayatımızın bir parçası olmaya devam ediyor. Pandemi döneminde bile vazgeçilmeyen sadece sosyalleşmenin değil, aynı zamanda “bireyselliğin”, “özgürlüğün” ve “kimliğin” oluşturulduğu mekânlar olan AVM’lerin “o ışıltılı atmosferlerinde” zaman geçirenler daha çok kadınlar. Kadınların, özellikle kadın düşmanı kent politikaları ve kentsel planlama anlayışı nedeniyle yani esasında zorunluluk nedeniyle AVM’leri tercih ettiğini söyleyen doktorant Nuray Türkmen’e  göre tüketimin dışında taciz bu mekanların sistematiği.

EKİM ZEYNEP YAĞMUR
Ankara- AVM’leri masallara benzetebiliriz... Üzerinde hiç düşünmeden bize okutturulan masallara… Gerçeküstü öğelerle süslenen bu masallar, özünde aile ilişkilerini toplumun istediği kalıplar dahilinde benliğimize tek tek işler. Külkedisi, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel gibi karakterler hepimizin hafızasında kendine silinmez bir yer edinmiştir. Toplumun gizli arzuları masallarda karşımıza çıkar. Bu nedenle masallar hiç de masum değildir tıpkı AVM’ler gibi... 
AVM’ler de adeta masal mekânları gibi “Sevimli dostlarımız aç kalmasın diye tabağınızda kalanları hayvan barınaklarına götürüyoruz. Bu yüzden yemeklerin içine kürdan çatal vb. bırakmayınız.” gibi nice panolarla bizim maneviyatımıza seslenir. O maneviyatın ve görkemin ardındaki “yüzün” nedeni tükettirmektir... Biz de işte o “görkemli” cazibe merkezlerini, AVM’lere sıkışan ve sıkıştırılan yaşamları, tıpkı masallardaki gibi o büyülü ve görkemli kapıların ardındaki gerçekleri Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yetişkin Eğitimi Bölümü’nde AVM çalışanlarının öğrenme deneyimleri üzerine doktorasını payan Nuray Türkmen ile konuştuk. 
• Kentin sosyalleşmeye ayrılan kamusal alanlarındaki sayı azaldıkça, sermayenin kârlılığını artırdığı mekânlar yani alışveriş merkezlerinin sayısı da çoğalıyor. En gözde semtlerden yoksul mahallelere kadar her yerde buluşma noktası, eğlence mekânı, cazibe merkezi sloganlarıyla küçüklü büyüklü bir çok alışveriş merkezi hayata kazandırılıyor. AVM’lerin sayısı neden artıyor? 
Öncelikle AVM’lerin konumlanışını ayırt etmek gerekiyor. VIP AVM’ler orta-üst sınıfın yaşadığı alanlarda konumlandırılıyor. Bir de alt ve orta sınıf için yapılan ve sıradan diyebileceğimiz AVM’ler var. Onlar da yoksulların mahallelerinde değil kentsel dönüşüm çerçevesinde kimliği değişen mahallelere konumlandırılıyor. Doğrudan yoksulların olduğu semtlerde gerçek anlamda AVM yok esasında. Son zamanlarda alt ve orta sınıfın gittiği AVM’lerin sayısında bir artış görülüyor. Çünkü üst sınıfın doğrudan ikamet ettiği mahallelerde gündelik ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri ve sosyalleşebilecekleri başka alanlar da var. Üst sınıfın gittiği AVM’ler daha küçük. Üst sınıf AVM’lerde daha az vakit geçiriyor denilebilir.
AVM’lerin çeşitli müdavimleri var diyebiliriz: Yaşlılar, işsizler, kadınlar, anneler, gençler gibi… Alt ve orta sınıftan olan özellikle bazı kesimlerin bir günü tamamen AVM’de geçebiliyor. Yaşlılar mahallelerindeki bir AVM’de bütün zamanlarını geçirebiliyor. AVM, aslında yaşlıların yeni kahvehanesi ya da parkı diyebiliriz. Çünkü yeterli sayıda sosyalleşme mekânları olmayınca AVM’ler tercih ediliyor. Hem sosyalleşiyorlar hem de AVM, ‘güvenli’ bir olanak sunuyor. Yemek yiyebileceğin, arkadaşınla buluşabileceğin, sinemaya gidebileceğin mekânlar. Bu mekanlar bir doygunluk veriyor. Bu kadar sınırlanmış ve sıkıştırılmış hayatlar içerisinde gündelik hayatının neredeyse tüm zamanını iş yerinde çalışarak geçiren kişinin izin gününü AVM’de geçirmesi büyük bir doyum veriyormuş hissiyatı yaratıyor. Gerçek bir hissiyat mı o tartışılır tabi ki. Ama esas olan şu ki; AVM’de ihtiyaca yönelik bir mekân kurgusu var.
“Üst sınıf AVM’de daha az zaman geçiriyor”
• ‘Üst sınıf AVM’lerde daha az zaman geçiriyor’ dediniz. Üst sınıfın sosyalleşme alanları daha fazla olduğu için mi AVM’leri tercih etmiyor?
Çoğu güvenlikli sitelerde yaşıyor. Güvenlikli sitelerin kendi alışveriş merkezleri oluyor. En genelde, zenginler giderek ortak kamusal mekânlardan çekiliyorlar gibi görünüyor ya da zaten kendi mekânlarını ihtiyaçları açısından oldukça yapılandırmış haldeler. Hem havuza girebiliyor, hem alışverişini hem de sporunu yapabiliyor yaşadığı “güvenlikli” sitede. Yeni eğilim buraya doğru güçleniyor. Yani, tıpkı okullar gibi tüm mekanların toplumsal sınıflar zemininde neredeyse tamamen ayrışmış olduğunu söyleyebiliriz.
• Bugün metropollerin adeta vazgeçilmez mekânları olmaya başlayan AVM’ler, kentlerin en uğrak yerleri. AVM’ler, bir yandan kent kimliğinin önemli bir parçası gibi görünürken bir yandan da bireylerin tüketim aracılığıyla kendisini ifade etmesine olanak sağlıyor gibi görünüyor. Bu nedenle AVM’lerin psikolojik bir yönü de var diyebilir miyiz?
Psikoloji alanından gelmediğim için alanın terimlerini kullanma iddiasında olamam elbette. Ancak bir eğitim-bilimci olarak gözlemlerimden bahsedebilirim. AVM’ler çok çatışmalı alanlar aslında. Psikolojik etkisi bir yandan olumlu eserken bir yandan olumsuz esiyor. Çalışmayan bir kadın bütün gün evde zaman geçiriyor ve sıkılıyor. Evden çıkıp bir hava almak istiyor. Ve dolayısıyla da AVM’de kendini iyi hissediyor. Yani AVM olumlu bir hava estiriyor ama yetmiyor. Çoğunlukla AVM”ye ilk adımınızı attığınızda şevk ile girersiniz ama çıkarken kaçarak çıkarsınız. AVM’den çıkarken ‘Işık, ses, gürültü yoruyor’ diyen kişilerle çok karşılaşırsınız. Aslında AVM’nin çok rahatlattığına ilişkin bir kurgu var ve bu kurgu kimi zaman ihtiyaca karşılık veriyor. Evet, geçici rahatlatıcı bir etkisi var ama ağır bir şekilde AVM’nin sıkışmış o hayatı yeniden sıkıştırdığına ilişkin bir gerçeklikle de karşı karşıyayız.
Belki hepimiz ara ara ihtiyaç duyduğumuz için AVM’ye ayağımızı atıyoruz sonra koşarak çıkıyoruz. Orada, daha fazla tüketirsen daha fazla doyum aldığına ilişkin bir kurguyla karşı karşıyasın. Ama o da yetmiyor. Aslında bunun kendisi salt psikolojik olmaktan çok kapitalist sistemin işleyişi ile ilgili. AVM’nin psikolojik etkisinden çok kapitalizmin psikolojik etkisi diyebilirim. Sonuçta AVM kapitalist bir mekân.
AVM’lerin hedef kitlesi kadınlar ve çocuklar
AVM’lerin o ışıltılı atmosferlerinde zaman geçirenler özellikle neden kadınlar? 
Kadınların çalışma oranları erkeklere göre hâlâ düşük. Kadınlar, toplumsal yaşamda erkeklere göre pek çok sosyalleşme imkânlarından hâlâ uzaklar. Çalışan ve çalışmayan kadınların bir çok ortak paydası var. AVM’nin sosyalleşme ve maneviyatı besleme üzerinden bir kurgusu var. Şimdi kadınların erkeklere göre çalışma oranları düşük olunca zamanları çok oluyor. Ve kadınlar zamanlarını geçirebilecekleri kentteki en “güvenli” mekânlar olarak AVM’leri tercih ediyor. 
Bir parka gitse tacize uğramaktan korkabilir, güvenli bir ortamda bulunmamaktan rahatsız olabilir ya da bir kadının bu ülkede tek başına gidip bir parkta oturması garipsenecek bir durumdur. Bırakın tek gitmeyi iki kadının parkta birlikte oturması da pek çok kentte garipsenebilir. Ama iki kadının AVM’de yemek yemesi, bir şeyler içmesi ya da sinemaya gitmesi garipsenmez. Çünkü orası onun “güvenli” mekânıdır. Her ne kadar buna kamusal mekân desek de çok özel bir mekân orası. Kamusal mekândaki bir park kadınlara kapalı, ama özel mekân AVM’ler kadınlara açık... Çünkü AVM’nin en çok para kazandığı öznelerden biri kadınlar ve çocuklar.   Çocuklar da yine kadınlar üzerinden tüketimi sağlayıcı özneler olarak görülüyor.
Kadınlar zorunluluktan AVM’yi tercih ediyor!
AVM’ler, özellikle çocuğu olan kadınların tercihi oluyor. Bu mekânlarda çocuklarının her türlü ihtiyacını giderebiliyorlar. Kadınlar rahatlıkla alışveriş yapabiliyorlar çünkü çocuk ışık-ses ve gürültüden yorulur ve arabasında uyur. Kadın da bebeği uyurken alışverişini yapar. Bu zaman kadın için bir fırsattır. Bu arada çocuk arabası hizmeti olan AVM’lerin olduğunu da ekleyelim. Genellikle AVM’de çocuğuyla birlikte vakit geçiren kadınlar çokça yadırganır. ‘Niye bu çocukları AVM’ye götürüyorlar, dışarda parka falan götürsünler’ gibi sözler edilir. Ancak kadınlar açısından o bu kadar kolay değil! Dışarıda bir çocukla vakit geçirmek Türkiye gibi bir ülkenin kentlerinde neredeyse imkânsız. Bu ülkede bebek arabasının rahatlıkla sürülebileceği yollar zaten yok. Bütün gün evde zaman geçirmektense AVM’nin içinde zaman geçirmek, dışarı hayatın zorlukları nedeniyle elbette kadınlar tarafından daha fazla tercih edilir. Ancak bunun kendisinin öznel bir tercih olmadığını, koşulların dayattığı bir zorunluluk olduğunu söylemekte fayda var. Yani kadınlar çoğunlukla bir zorunluluk mekânı olarak AVM’lere gidiyorlar. Bu nedenle, ben bu durumu çok olağan karşılıyorum. 
Çünkü en genelde kadınların ve özellikle annelerin AVM’lerde çokça vakit geçirmeleri doğrudan kapitalist ve patriyarkal kent anlayışı ile ilgili. Eşitlikçi ve demokratik bir kentsel yönetim ve planlama anlayışı olduğu vakit kadınlar kentin çeşitli mekânlarında da zaman geçirebilir hale gelebilirler ve zaten kentin ortak insani mekanları kadınların sosyal, kültürel ve her türlü ihtiyacını karşılayacak mekanlar olabilirler. 
 “Hanımlar Lokali” üzerinden kurgulanan yaşamlar
“İkizlere takke” diye bağıra çağıra ellerindeki sütyenleri sallarlardı semt pazarlarındaki satıcılar... Şimdilerde ise muhafazakar kadınlar için özel bir AVM yapıldı. “İkizlere takke” sürecinden nasıl “pembe AVM”lere yöneldik?
“İkizlere takke” söylemi de eskiden semt pazarlarında kullanılan cinsiyetçi bir dil esasında. Bu ülkede erkek egemen anlayış hep var yani. Bakıldığında bir tür açıklık gibi görünse de dilin kendisi sorunlu bir dil. Oradan bu zamana geldiğimizde erkeklik hallerinin daha da güçlendiğini görüyoruz. AVM’lere de yansıyan bu erkek egemen akıl, kadınlara has pembe AVM’lerle bir kapalı mekânda ‘burada istediğini yapabilirsin’ kurgusunu yaratıyor ve böylece kadınları özgürleştirdiği iddiasını taşıyor. Bunu yaparken de ırk, millet, dil, din tanımıyor elbette. Bu nedenle ilk projesini Türkiye’ye göç eden Arap kadınlar üzerinden yürütmeye girişiyor. Muhafazakar göçmen ve Türkiyeli kadınları daha fazla tüketim alanına çekmeye çalışan bu proje aynı zamanda başka bir aklı da devreye sokmuş oluyor. Bununla, kadınları dış mekân gibi görünen alanlara çekmeye çalışırken esasında bu mekân içinde olabilecek ihtiyaçlarının tümünü karşılayıp yine kadınları eve kapatan, böylece kadınları daha “korunaklı”, “güvenlikli” gibi görünen alanlara sıkıştırmaya çalışan bir akıldan söz ediyoruz. Yani, AVM’lerin daha çok kadınların gelebileceği şekilde kurgulanması kadınları bir tür güvenlikli alana çekme, kontrol altına alma, denetim altına alma aklı aslında. Bir başka taraftan, bu; kentin diğer alanlarını kullanmamaya yönelik bir eril stratejik bir hamle olarak da görülebilir. Demem o ki, AVM’lerin kadınlara yönelik kurguları onların tüketici rollerinin pekiştirilmesi ile bitmiyor, aynı zamanda kültürel bir kurgu olarak anne, eş, ev kadını rollerini de yeniden üreterek mevcut toplumsal yaşamı denetim altında tutma mekânlarından biri haline geliyor AVM’ler.
“Maneviyatın” AVM’deki pazarlanış süreci
AVM’ler, “Sevimli dostlarımız aç kalmasın diye tabağınızda kalanları hayvan barınaklarına götürüyoruz. Bu yüzden yemeklerin içine kürdan çatal vb. bırakmayınız.” panoları, kimsesiz çocuklar için yardım kutuları ve geri dönüşüm kutuları ile duygularımıza da sesleniyor. Buradaki asıl amaç nedir? 
AVM’de tek mantık malın-metanın tüketilmesi değil. Nihai hedef bu olsa da o mekânın varlığını sadece mal tüketimi üzerinden devam ettiremeyeceğini biliyor kapitalizm. Bir iktisadi-teknik ilişkinin kendisini manevi bir ilişki ile beslemek zorunda ki alıcısı daim olsun. İnsani ve doğal ihtiyaçlarla da bağını kurmalı ki insanları AVM müdavimi yapabilsin. AVM’ye girince pil, geri dönüşüm, kıyafet ve kitap kutuları yani her türlü sosyal sorumluluk projeleri kapsamında yapılan ve o sosyal sorumluluk projeleriyle ilintili kimi alanlar görürüz. Gerçekten AVM’lerde özellikle zincir mağazaların yaptığı trilyonluk sosyal sorumluluk projeleri var. Ve hangisiyle konuşsanız; “biz burada sadece para kazanmıyoruz. Aynı zamanda yaşadığımız ülkeden ve dünyadan sorumluyuz. O yüzden projelerden gelen parayla mağdurlara yardım ediyoruz ya da doğayı güzelleştiriyoruz’ gibi cümleler duyabilirsiniz. Yani, AVM’deki her büyük sermaye aynı zamanda bir “hayırseverdir” adeta. Kendi çalışanlarını alabildiğine mağdur eden, sömüren AVM sermayesi onlar söz konusu olduğunda bu hayır-hasenat sahibi kimliğini unutur. Ancak dış dünyaya karşı “iyi niyetini” ve “yardımseverliğini” her daim korur. Halbuki doğa dostu projeler yaptıkları iddiasında olan AVM’ler kentin ekolojisini en fazla tahrip eden mekânlardan biri. Çünkü en başta konumlanırken verdiği zarardan, kullandığı elektrik, su yaydığı radyasyon açısından ve kentin planlamasına verdiği zarar açısından hiç de ekolojik bir mekân değil ama bunu tam tersine çevirebilmek için ekolojik mekân görüntüsü yaratır ve ekolojik sosyal sorumluluk projelerine imza atar. Üstelik, bu sosyal sorumluluk projeleri büyük bir akrabalık ilişkisi içinde yapılır, yani “pastadan pay” dışarıya verilmez. Örneğin şirket sahibi A kişisi iken o şirketin çeşitli fonlarla AVM içinde yaptığı projeyi A kişisinin bizzat eşi yürütür. Böylece şirket bir taraftan ürettiği ürünleri pazarlarken bir yandan da maneviyatı ve duyguları pazarlamış olur.
Ve aynı zamanda  toplumsal eşitsizliğin değiştirilemez olduğu iddiasına da katkı sunmuş olur. Projeleri ve kampanyaları destekleyen AVM müşterisi açısından ise bu durum “sağaltıcı” bir etki yaratır. Mesela yoksullara temas etmeden yoksullara kitap vermiş olur ya da evlerde biriken yüzlerce oyuncaktan kurtulmuş olur, hem de hayırsever bir insan olarak! Yoksullara yardım etme duygusunun aracı olarak AVM’ler böylece yeni bir kimlik daha edinmiş olurlar.  Bir tür içini rahatlatma ve sağaltma ile işe yaramışlık hissiyatını tattırarak insanların sadece kendi merkezli dünyasını yeniden üretmenin de aracısı olurlar. 
“Taciz, AVM’nin çalışma koşullarının bir parçası”
AVM’ye gittiğimizde kadın çalışanlara baktığımızda hepsinin çok yoğun makyaj yaptığını kılık kıyafetine çok dikkat etmesi gerektiğine ilişkin bir görüntüyle karşılaşıyoruz...
Öncelikle şunu söyleyeyim. AVM’nin cinsiyetlendirilmiş bir mekan olmasını özellikle çalışanların pozisyonu ve kadın müşterilere hitap ediş biçimi üzerinden okumak oldukça açık göstergeler sunuyor. Markalar her ne kadar kendi işletme anlayışlarında eşit olduklarını iddia etseler de esasında çalışma sürecinin tümünün cinsiyetçi bir şekilde yapılandırılmış olduğunu görüyoruz. Çalışanların çoğu zaten kadın. Özellikle kadınlar tercih ediliyor tabii ki. Bunun gerekçesi de “kadınlara has kimi özelliklerle” anlatılmaya çalışılıyor: eli daha yatkın, kibar, hassas, konuşurken daha nazik, bakımlı, pazarlama becerisi güçlü gibi… 
Örneğin çocuk oyun alanında kadın personel çalıştırılıyor. Yatak odası bölümünde kadın çalışanlar var. Mutfak bölümünün mobilya kısmında erkekler çalışırken, mutfak içi araç-gereçler kısmında kadınlar çalışıyor. Yine AVM’nin yemek katında çoğunlukla kadınlar çalışıyor, masalardan tabakları toplayanlar ve bulaşıkta çalışanlar da kadın. Yani cinsiyetlere yönelik yerleşik kabullerin kendisi eşitsiz bir ilişki gibi algılanmıyor. Bununla birlikte AVM’lerde çalışan yabancı markaların çok azında az sayıda eşcinsel ve trans çalışanların müşterilerden tepki alıyor olması ya da müşteri ile karşı karşıya gelmeyeceği “arka tarafta” çalıştırılıyor olması hiç de ilginç olmasa gerek! 
Eşcinsel olup da müşteri karşısında hareketleriyle, konuşmasıyla çok da "dikkat çekmeyen" personel "kibarlıkları", "iletişim becerileri" nedeniyle "öne", satışa ya da kasaya, alınabiliyor. Ancak dışarıdan eşcinsel olduğu anlaşılabilecek personel "arka tarafa" çekiliyor. Bu kadar “ahlakçı” bir mekanda aslında pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde tacizin de adeta işyeri çalışma koşullarının olağan bir parçası olduğunu görüyoruz. AVM bir bütün olarak adeta tacizin sistematik, olağan ve bir o kadar “görünmez” yaşandığı taşra kasabaları gibi. Dışarıdan tüm “hoşluğuna”, “güvenliğine”, “havasına” karşın taciz, baskı, hakaret…Her şeyi herkes biliyor aslında ama üstü kapatılıyor sürekli. Yani AVM’de taciz o kadar sıradan ki ancak ‘olağanüstü’ durumlar taciz olarak belleklere kaydediliyor. Yani doğrudan elle yapılan ve karşılığında ses çıkarılan durumlar taciz olarak geçiyor belleğe. AVM’de tacizin, çalışma koşullarına içkin olarak yaşanması dikkat çekici. Ben çalışanlara taciz ile ilgili soru sorduğumda, ‘yok yaşamadım’ diyen , tacizle ne anlatmaya çalıştığımı açıklayınca ‘ha o zaten her zaman oluyor. Yani o herkesin yaşadığı bir şey burada’ denilerek devam ediyor. Çalışanlar arasında yaşanan durumlarda da yine geliştirilen çözüm ise oldukça defansif. Kendi ifadeleriyle ‘mesafeli olma’, ‘çizgimi koruma’ gibi önlemler geliştiriliyor. Bir de abi, amca gibi geleneksel sesleniş biçimleri özellikle kullanılıyor. Ya da bey diyerek geçiştiriliyor. Ancak şunu söylemek gerekir ki AVM’de çalışan kadın işçilerin çalışma koşullarından en az sesini çıkarabildikleri deneyim taciz deneyimleri. Zira bu deneyimin kendisi AVM içinde o kadar sıradan ve AVM’nin bir parçası gibi yaşanıyor ki ancak doğrudan fiziksel taciz deneyimleri mekâna yeni ve olağandışı bir deneyim olarak girebiliyor. Ve genelde de tacizin sonu işten çıkmaya, taciz edilenin haksız bulunmasına kadar varıyor.