Yeni sömürgecilik anlayışı ‘Özel Savaş’: Özgürlük bilincini açığa çıkartmak gerekiyor

Yeni sömürgecilik anlayışıyla savaşın kapsamının özel savaş yöntemleriyle kendini var ettiğini söyleyen Jineoloji Dergisi’nden Ayşegül Ayaz, “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” ile birlikte yeniden inşanın özgürlük bilinciyle gerçekleşebileceğini söyledi.

ARJÎN DİLEK ÖNCEL 

Amed - Kadınlar “21’inci yüzyıl kadın yüzyılı olacak” sloganıyla mücadelelerini büyütürken, erkek egemen iktidarlar da kadın mücadelesinin önüne set çekmek için şiddeti artırıyor. Tarihten günümüze kadın bedeni her zaman ele geçirilmesi gereken bir nesne olarak görüldü. Kadın bedeni üzerinden sadece kadınlara değil, o kadınların bağlı oldukları uluslara da mesaj verilmek istenildi. Özellikle kadının toplumsallığını hedef alan iktidar-devlet, toplumsal değerlerin güçlü olduğu zeminde kendini var edemeyeceğini bildiğinden ideolojik bir saldırı olarak özel savaşa başvuruyor.

Bu yöntem Kürdistan’da ve Kürt halkı üzerinde bir politikaya dönüşürken, toplum üzerinde etkileri hala devam ediyor.

Jineoloji Dergisi Yayın Kurulu Üyesi Ayşegül Ayaz, özel savaşı, amacı ve başta kadınlar üzerinden olmak üzere toplumda nasıl hayata geçirildiğine dair sorularımızı yanıtladı.

*Barışa dönük tarihi adımların atıldığı bugünlerde en çok konuşulan konuların başında “özel savaş” kavramı geliyor. Öncelikle özel savaşı biraz açar mısınız? Özel savaş nedir? Hangi politikalarla hayata geçiriliyor?

Başlarken biraz savaş olgusuna değinmekte fayda var. Savaş olgusu, insanlığın gündemine ne zaman girdi? Çok uzun bir tarihselliği kapsıyor ama nerede başladı? Bu meseleye dair birkaç şey ifade edebilir;

Savaş, devletli uygarlığın çıkışana zemin hazırlayan kastik katil gurubunun saldırılarının, doğal toplum üzerinde ya da kadın toplumsallığı üzerinde gerçekleştirdiği gasp etme, sömürme eylemleriyle başladı. İnsanlık binyıllarca barış içinde bir toplumsallıkla kendini devam ettirse de, bu kastik katil grubunun saldırıları sonrası, devletli uygarlığın çıkışı ile birlikte savaş olgusu çok daha sistematik bir hal aldı. Günümüze kadar elbette bu savaşlar çok çeşitli biçimde devam etti. Sömürü savaşları, imparatorlukların yürüttükleri savaşlar, en son 20’inci yüzyılda dünya savaşıyla küreselleşen bir savaş gerçekliği ile karşı karşıya kaldık. Savaş, egemen bir gücün bir topluluk üzerinden egemenliğini kurma, sömürme, gasp etme, değerlerine el koyma temelinde yaptığı sistematik saldırılar bütünüdür. Ancak 19’uncu ve 20’inci yüzyıla geldiğimizde bu savaşın kendisi çok daha genişledi ve derinleşmiş bir hal almaya başladı.

Egemen güçler artık bir gücün kaba olarak bir yeri işgal etmesi, el koymasından vazgeçti, çünkü egemenler bunun bir süre sonra çok masraflı olduğunu gördüler, kendi çıkarlarına çok da hizmet etmediğini anladılar, daha çok zihinsel ve ideolojik temeldeki saldırılara yöneldiler. Biz bunu bugünkü gerçeklikten de görüyoruz. Bir halkı, bir kesimi, bir bireyin kendisini de kaba baskıyla bir yere kadar bastırabilirsin. Ancak zihniyetini dönüştürdükten, ele geçirdikten, düşünce yetisini elinden aldıktan sonra bu bireyi her türlü yönetmek, kendi çıkarı doğrultusunda kullanmak daha avantajlı hale geliyor. Biraz özel savaşın kendisini de bu kapsamda değerlendirmek mümkün.

Savaşın kapsamı değişti

Bugüne baktığımızda, son 200 yıla dayandırabileceğimiz savaşın, daha çok zihinsel temelli, bir halkın varlığını tamamen yok etmeye, değiştirmeye, dönüştürmeye, başkalaşıma uğratıp bu temelde bir sömürü gerçekleştirmeye dayandığını ifade edebiliriz. Daha önce amaç bir toprağı ele geçirmek, orada kaba bir sömürü sistemi uygulamakken, yeni sömürgecilik dediğimiz sistemle birlikte savaşın kapsamı özel savaş yöntemleriyle kendini devam ettirmeye başladı. Amaç artık o halkın kültürünü varlığını, tarih bilincini, kendine olan inancını, kadınlar açısından cins bilincini, özgürlük değerlerini gasp etmek, burada bir yabancılaşmayı sağlamak ve kendine yabancılaştığı oranda egemenler tarafından kendi sistemine entegre ederek, çıkarları temelinde kullanmanın yol ve yöntemlerini sağlamak. Bunlar temelde ideolojik saldırılar elbette. Peki bunun yanında kaba savaş aygıtlarını kullanıyor mu? Elbette kullanılıyor. Bir yere bombalar yağdırılırken, bununla birlikte medya, kültür sanat, spor yoluyla her türlü araçla, zihnin tutsak edilerek kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmasının yol ve yöntemi olarak özel savaş kavramını ifade edebiliriz.

*Özel savaşa en çok maruz kalan Kürt halkı oldu. Kürt halkı neler yaşadı bu süreçte?

Özel savaş olgusuna Kürdistan gerçekliğinden baktığımızda, özellikle son 100 yıldır tamamen bir özel savaş rejimi ile yönetilmeye çalışılan bir gerçeklik var. Bir ülkenin sınırlarının yabancı güçler tarafından dört parçaya bölünmesi, bunun egemen devletler tarafından yapay sınırlarla gerçekleştirilmesi, en başta bu halkı kendi kimliğine yabancılaştıran, kimlik olgusunu parçalayan, buradan daha farklı politikaları yürütebilmenin zeminlerini hazırlayan bir pozisyona evrildi. Özellikle Kuzey Kürdistan açısından ifade edersek, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar Kürt varlığının inkarı en temel özel savaş politikası olarak tanımlanabilecek bir mesele. Yani bir halka ‘sen artık yoksunu’ kabul ettirebilmek ya da o konuda halkın kendisini ikna edebilmek için son 100 yıldır çok ağır politikalar yürütüldü. Şark Islahat Planı'ndan tutalım, isyanlar sonrası bu halk üzerinde uygulanan göçertmeler, soykırımlar oldu. Bunun yanında elbette ki kaba savaş yönelimleri de çok ciddi bir şekilde Kürdistan'da uygulandı ve halk bu temelde bastırılmaya çalışıldı. Dersim'in kayıp kızları meselesi hala içimizde bir yara olarak duruyor. Hala yüzleşilmesi gereken çok temel meselelerden biri. Kürdistan'da açılan kız mektepleriyle Türk egemen sistemini en ücra köşelere kadar yayılmasını sağlayabilecek, Kürtlüğü öldürerek yeni bir Türklük inşası yaratmaya dönük çok ciddi politikalar yürütüldü.

Kapitalist moderniteyle beraber özel savaşın yönelim ağı derinleşti

Kapitalist modernitenin teknolojiyle birlikte geliştirdiği araçlarla beraber özel savaşın yönelim ağı çok daha derinleşti. Son 20-30 yılı farklı değerlendirmek gerekir. Sonuçta Kürdistan'da 50 yılı bulan bir özgürlük hareketi gerçekliği var. Bu anlamda Kürt halkının kimlik inkarından çıkıp, kendi kimliğiyle yeniden buluşması, kendi kimliğini yeniden sahiplenmesi temelinde yürüttüğü bir mücadele var. Bu özgürlük bilinciyle birlikte kendine reva görülen uygulamalara karşı cesaretli bir karşı duruş var. Bu temelde, yaşamını yeniden inşa etme yönüne bir uyanışı var diyebiliriz. Kürt halkında gelişen bir özgürlük bilinci var.

Bu uyanışın karşısında modern araçların kullanıldığı, sosyal medyasından tutalım, iletişim araçlarının bir özel savaş aracı olarak kullanılmasına kadar çok daha derinleşen politikalar var. Yani özel savaşın kendisini sadece uyuşturucu, fuhuş meselesine sıkıştırmanın kendisi de dar bir bakış açısı olur. Bugün Amed’de yaşayanlar çok iyi bilir bunu, her gün kalkan savaş uçaklarının sesine maruz kalmanın kendisi de çok temel bir özel savaş aracıdır. Burada oluşturulmaya çalışılan çok ciddi bir korku iklimi var. İster kadın ol, ister Kürt ol, ister Alevi ol, hangi kimliğe ait olursan, eğer egemenin sana biçtiği, kimliğin dışına çıkacak herhangi bir davranışta bulunursan, başına geleceklerin mesajı çok farklı yöntemlerle veriliyor.

Biz bu yöntemlere 1990'larda çokça tanık olduk. Korku çok insani bir duygu ama bunu bir özel savaşa çevirmenin araçlarını oluşturdular. İşkence görüntülerinin yayılması ve bu görüntüler üzerinden korku yaratmak gibi. Kürt çocuklarının YİBO’larda (Yatılı Bölge Okulu) kendi kimliklerine yabancı hale getirilmesi, ana diliyle büyüyen bir çocuğun devlet okuluyla tanıştığı andan itibaren bu kimliği ya da bu dili kullanmanın suç olarak yansıtılması. Mesela bölgeye atanan öğretmenler, öğrencilere, ‘evde Kürtçe konuşan olursa bize bildirin’ talimatı verirdi. Çocuk ajanlaştırılarak, ailesine karşı yabancılaştırarak, kendi uygulamaları için kullanır hale getirildi. Bu özel savaş uygulamalarının içinde tabi ki tutuklamalar, operasyonlar, işkenceler, göçertmeler de var. 

Avrupa’nın özendirilmesi: Zorunlu göçlerin yerini modern göçler aldı

Mesela bugün zorunlu göçlerin yerini modern göçler aldı. Belki 20’inci yüzyılın başlarında zorla yerinden göçertme vardı ya da 90'larda köy boşaltmaları vardı. Zorla koruculuğu dayatma vardı ama bugün kapitalist modernite ne yapıyor? Avrupa'yı özendirerek ya da daha farklı zeminleri özendirerek gerçek yaşam buymuş gibi sunarak, bir toprağı kimliksizleştirdi. Belki de Kürdistan'ın bugün karşı karşıya olduğu en temel meselelerden biri de bu. İnsanlar artık gönüllü olarak kendi topraklarını bırakıp gidiyorlar. Elbette burada ekonomi sorunu bir araç olarak kullanıldı. Yine sosyal medya kadın kimliğini muğlaklaştırma temelinde çok ciddi bir araç olarak kullanılıyor. Yani doğru nedir, yanlış nedir, hangisi ahlakidir, hangisi değildir? Bir karmaşa yaratıyor. Herşeyin yaşanılabileceğini zannetmek, sanal bir dünya yaratmak ve gerçekte olup bitene kayıtsız bırakmak bu yolla sistemin kendini sürdürebilmesi için bireyin bir araç haline gelmesini sağlamak. Burada amaç bilinci ele geçirmek. Özgürlük bilincinden, özgürlük iradesinden yoksun kılarak, bireyi her şeye boyun eğen bir hale getirmek.

Halkın nefes almasını engelleyen, ard arda şok etkisi yaratacak saldırılar da özel savaşın bir parçası. Özellikle 2015 ve sonrası öz yönetim direnişlerinin ardından saldırılar arttı. Darbe girişimi bahane edildi, Kanun Hükmünde Kararnameler’le bir anda yasalar alt üst edildi. İnsanlar bodrumlarda yakıldı, hemen ardından kayyum atamaları, çok kapsamlı operasyonlar, tutuklamalar, çok ciddi saldırılarla karşı karşıya kaldı Kürt halkı. Bunlarla yetinilmedi. Özellikle son 10 yılda toplumu kendine yabancılaştıracak politikalar hayata geçirildi. Uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık, yoksulluk, ajanlaştırma faaliyetlerinin yoğunluk kazanması bu son yıllarda oldu. Bazı çalışmalarımız kapsamında aileleri ziyaret ediyoruz. Her ailenin bize söylediği şu, ‘Eskiden Sûr’da herkes komşunu tanırdı, artık komşumuzun kim olduğunu bilmiyoruz.’  Yani bir demografik değişim yaratıldı. Orada demografyayı değiştirerek, bireyi yalnızlaştırdılar. Kadını eve hapsettiler, güvencesizliğe mahkum ettiler. Yoksullukla bunu daha çok derinleştirdiler. Ve tek çıkar yol olarak uyuşturucuyu, ajanlığı, çeteciliği, fuhuşu öne sürdüler.

Bu saldırılar ile halk henüz ne yaşadığının bilincine varmazken, yeni bir saldırı dalgası yaşadı, henüz bunun idrakına varmazken daha büyük saldırılar geldi. Bu bir noktadan sonra , enin özgürlük iradeni de felç eden bir noktaya getiriyor. Elbette ki Kürt halkı ne kimliğinden vazgeçti, ne de bir teslimiyet yaşadı. Çok ciddi bir irade gösterdi. Ama bununla birlikte toplumun içerisinde de yavaş yavaş sirayet eden dincilik adı altında çok değişik tarikatlar üredi. Yanı başımızda sokak ortasında kafelere baskınlar yapıldı, kadınlar evlerinde tehdit edildi, kahveler basıldı, silahlı çatışmalar yaşanıyor. Bu kentte bir korku unsuru yaratmak istemenin bu tarihsel bağlamdan kopup değerlendirmemek gerektiğini düşünüyorum 

*Özel savaşın hedefinde genç kadınlar başta olmak üzere gençler var. Gülistan Doku, İpek Er, Narin Güran ve son olarak Rojin Kabaiş’e dönük katliam ve kaybetme olayları hala gündemimizde.  Bu yaşananları toplumu sindirme politikası olarak tanımlayabilir miyiz?

25 Kasım'a doğru giderken dikkat çektiğimiz temel bir başlık da erkek-devlet şiddeti. Bunu sadece kaba bir şiddet ya da kaba bir öldürme olarak tanımlamanın eksik kaldığını düşünüyorum. Yani şu bir gerçeklik; gençlik, bir halkın umudu, geleceği, dinamik gücü, değişimi, sürekli alanlarda olan, itiraz eden, düşünen, sorgulayan kesimi.

Gençliğe saldırının asıl amacı da bu. Özellikle genç kadınlara bu sorgulama, cins ve kimlik bilincini ortadan kaldırmak adına çok ciddi yönelimler oldu. İpek Er, Gülistan Doku, Rojin Kabaiş ve Narin Güran biraz simgeleşen isimler ama binlerce kadın davasını takip ediyoruz. Bu davaların arkasındaki o kirli sistematik ilişkiyi deşifre etmeye çalışıyoruz. İpek Er’in ölümünün arkasında bir uzman çavuş olan Musa Orhan’ın olması tesadüf değil. Kürdistan'da çok bilinen uygulamalardan biri de budur. Asker, polis eliyle genç kadınların duygularıyla oynanıyor, ilişkilenme geliştirerek kendi halkına karşı bir silah olarak kullanılıyor. Bunların tekil olaylar olmadığının altını çizmek gerekiyor. Biz ‘bunun altında erkek devlet şiddeti yatıyor’ derken egemen erkekliğin oluşturduğu sistemden söz ediyoruz.

Devlet slogan atan bir genci hemen bulurken, kaybedilen Gülistan Doku’yu nasıl bulamıyor? Demek ki orada gizlenen bir gerçeklik var. Rojin Kabaiş’in ölümünde de benzer şüpheler var. Olaya rektörlüğün girmesi, kolluğun şaibeli davranması, ATK’nin bile bu cinayetin aydınlatılması meselesinde erkekten yana tavır alan tutumları bunun tekil olaylar olmadığını, sistematik saldırılar olduğunu ve burada hedef alınan özgür genç kadın, özgür kadın kimliği olduğunu ifade etmek lazım.

Sevgi ve aşk savaş aracı olarak kullanıldı

Kendi ölçülerine gelmeyen kadını kabul etmeyen, o kadına şiddet uygulayan, şiddet yetmediğinde katleden ve yargı eliyle aklanarak bu katliamdan büyük cesaret alan bir erkeklik gerçekliği var. Sevgi gibi, aşk gibi en temiz duyguların savaş aracı olarak kullanılmasının kendisi infaal yaratılması gereken bir şey. Bir kadın öyle bir hale getiriliyor ki kendi celladına aşık ediliyor. Amed’de bir kafede kendini özgürlük hareketi kimliği ile tanıtan bir kadın orada çalışan genç kadınları fuhuşa zorladı. Bu konu üzerine de uzun uzun düşünmek gerek. Ama aynı zamanda buna karşı da ciddi bir politika üretilmesi gerekiyor. Sistem ısrarla bu meseleleri karanlıkta bırakmaya çalışıyor. Şiddetin yol ve yöntemleri değişiyor. Şiddetin yol ve yöntemi değiştiğinden kaynaklı bizlerin de yol ve yöntemleri daha zengin, daha yaratıcı olmalı. Toplumla aramızda açılmaya çalışılan makası kapatmaya dönük, kadınlarla aramıza giren mesafeleri ortadan kaldırmaya dönük çok daha yoğun bir çalışma süreci bizi bekliyor.

*Toplumda kültürel yozlaşmayı da bu politikalar esas alıyor. Özel savaş topluma nasıl sirayet ediyor? Sizin de saha çalışmalarınız oldu oradan çıkardığınız sonuçları da bizim için değerlendirebilir misiniz?

Kadın Akademisi Derneği olarak Sûr özelinde bir çalışmamız oldu. Bunu yakın zamanda kamuoyuyla da paylaşmayı düşünüyoruz. Özellikle son 10 yılda Sûr halkında değişen durumlar, daha çok kadınların ne yaşadığını anlamaya dönük bir çalışma yürüttük. Ortaya çıkan tablo tahmin ettiğimizden de vahim. Eskiden buralar mahalle kültürünün yoğunca yaşandığı, kadınların evlere kapatılmadığı, dışarıya korkmadan çıkabildiği yerlerken, bugün kadınlar dışarı çıkmaya, kimliklerini dile getirmeye korktuklarını söylediler. Derin yoksulluğa o kadar mahkum edilmişler ki uyuşturucu ticaretine bile göz yumar noktaya gelmek zorunda kaldıklarını ifada ettiler.

Çocukların kendi dillerinde eğitim alamaması, kendi dillerinde büyüyememesi, kendi kültürlerine yabancı bir şekilde büyümesi zaten çok temel politikalar, devletin 100 yıldır yürüttüğü bir politika. Ama özellikle bizim yaptığımız saha çalışmalarında da gördük; gerçekten çocuklar tamamen geleceksiz bırakılmaya çalışılıyor. Bu yabancı kültürlere özendirilerek yapılıyor. Mahalledeki gençler eskiden mahallenin ileri gelenlerini örnek alırken, bugün mafyatik tipleri örnek alıyor. Sûr'un bir sokağında derin yoksulluk yaşanırken, hemen yanı başında açılan kafelerde çok lüks hayatlara tanık olunuyor. Haliyle buradaki o özgürlük bilincinin inşa edildiği süreçlerde bu tanıklıklar o çocuğun yetişme sürecinde de bir başkalaşımı kendiyle birlikte getiriyor. Yani bugün dizilerde çokça izlediği, sosyal medyada çokça tanık oldukları gördükleri o lüks hayatlara kısa yoldan ulaşmanın yolunun mutlaka kirli ilişkilerden geçtiğini biliyor ve bir ağın içine düşüyorlar.

Amed ya da Sûr özelinde konuşacak olursak, kadın yoksulluğu birçok negatif sonucu da beraberinde getiriyor. Genç kadınlar güvencesiz bir şekilde çalışmak zorunda kalıyor. Kadınlar evlere kapatılıyor, şiddete mi maruz kalıyorlar, tecavüze mi maruz kalıyorlar, daha farklı yönelimlerle mi karşı karşıya kalıyorlar? Bunu ancak o eve girdikten sonra anlayabiliyorsun. Yani bu bir kültürel yozlaşmadır zaten. Dilini, kültürünü, geleneklerini unutmak bir tarafa asıl amaç yaşanabilir bir toplumu bırakmamak. Bir yaşam ekolojisini oluşturmamanın kendisi de çok ciddi bir kültürel yabancılaşmadır. O anlamıyla biz özel savaşın tüm bu yönelimlerinin sonuçlarını çok ciddi bir şekilde gözlemledik diyebilirim.

*Özel savaş politikaları en çok erkek şiddetinin artmasına zemin oluyor. Bu konuda neler söylersiniz?

Katleden, tecavüz eden, şiddet uygulayan erkek yargı tarafından müthiş bir koruma altında. Bir kravat takıp ‘pişmanım’ dedikten sonra indirimlerle karşı karşıya kalıyorlar. Hele de arkasının güçlü olduğunu düşünen erkeklerin saldırılarının çok daha vahşice olduğunu biliyoruz. Hortlatılan bir egemen erkeklik var.  Militarizm, toplumun bu kadar baskı altında olması, yoksullukla, açlıkla karşı karşıya olması, kendini ifade edebilecek sosyal alanlarının olmaması, hukukun olmaması, kültürel alanların olmamasının hepsi bir noktadan sonra kadına şiddet olarak dönüyor. Cinsiyetçiliğin inşa süreçlerinde, erkek başka bir sınıfın ya da gücün ezileniyken eve geldiğinde o ezilme halini kadından çıkararak deşarj olan duruma geliyor. O nedenle bu politikaların hepsi çok ciddi bir yabancılaşmayla birlikte kadınlara günlük olarak şiddet olarak dönüyor.

*Özel savaş politikalarına dönük farkındalık oluşturma konusunda topluma nasıl bir görev düşüyor? Kadın örgütleri ve öncüler bu konuda nasıl bir yol izlemeli?

Barış ve Demokratik Toplum sürecini tartıştığımız bir dönemdeyiz. Bunu her defasında ifade ediyoruz; barışın toplumsallaşması kadınlar açısından temel bir mesele. Bununla birlikte şiddetle mücadele, kadının bilinç kazanması, zihniyetin değişimine dönük çalışma, kendi yaşam alanlarını oluşturması gibi bir sorumluluk ile karşı karşıya olduğumuzu ifade etmek gerekir.

Belediyelere atanan kayyımların yaptığı uygulamalardan biri de kadın kurumlarını kapatmak oldu. Şiddeti böyle örtbas edeceğini, kadına karşı bunu bir silah olarak kullanabileceğini zannettiler. Bugün en azından Amed özelinde ifade ederiz; yeniden açılan gerçekten şiddetle mücadele kurumlarına çok ciddi işler düşüyor. Deyim yerindeyse her kapıyı tek tek çalarak, o kapının arkasında yaşayan kadının hikayesini öğrenebilmek gerekiyor. Köy köy, mahalle mahalle çalışmaları yürütmemiz gerekiyor. Atölyelerle, şiddetin ne olduğuna dair ciddi bilinç çalışmalarıyla önce zihinsel noktada belli güçlendirici, ön açıcı, aydınlatıcı çalışmaları toplumla birlikte ya da kadınlarla birlikte yürütmemiz gerekir.

Ama bu süreçte elbette ki toplumun tamamına düşen çok ciddi roller var. Aileler, daha sorgulayan, biraz daha eleştiren, kendi kültürüyle, özgürlük ölçüleriyle çocukların yetiştirilmesini sağlamak gibi bir sorumlulukla karşı karşıyalar. Bunun altını gerçekten çizmek gerekiyor. Aileyi daha demokratik kılabilmek, dönüşümü gerçekleştirebilmek ya da yanı başımızda gerçekleşiyorsa bir olay, ona karşı duyarlılık göstermek gerekiyor. Çünkü sistem bireycileştirir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığını topluma empoze eder. Eğer birşeyler oluyorsa, olayların toplumsal olduğunu, hiçbir yönelimin bireysel olmadığını bilerek, toplumsal refleksi, toplumsal bilinci ve örgütlülüğü oluşturmak, kadın hareketi ile birlikte çalışmaları güçlendirmek gibi ciddi sorumluluklarımız var. Olacaksa bir barış inşası böyle gerçekleşecek. Olacaksa bir demokratik toplum inşası ancak bu yol yöntemlerle gelişecektir.