“Mekteba Sor mahşer yeri oldu”

Şirin Êzidî bir kadın olarak en ağır işkenceleri yaşadı. Dayak yedi, aç kaldı, defalarca tecavüze maruz kaldı. Şirin yaşadıklarını “cehennem” diyerek tarif ediyor. O anlatıyor biz sözün ve yaşanmışlıkların ağırlığıyla dinliyoruz.

Şirin Êzidî bir kadın olarak en ağır işkenceleri yaşadı. Dayak yedi, aç kaldı, defalarca tecavüze maruz kaldı. Şirin yaşadıklarını “cehennem” diyerek tarif ediyor.  O anlatıyor biz sözün ve yaşanmışlıkların ağırlığıyla dinliyoruz.  

ROJBİN DENİZ

Şengal- Şirin, Şengal’de 23 yaşındaki bir kadın. Babasını son kez gördüğü IŞİD kontrol noktasında bıraktı ve bir daha görmedi. Yaşadıklarını duraksamadan anlatıyor. Ona kulak veriyoruz.

“Biz dokuz kadını orada, kontrol noktasında bıraktılar. Küçük yaşta olanlar ve yaşlıları ise orada bizden ayırdılar. Nereye götürdüklerini bilmiyorum. O akşam kontrol noktasında bekletildik ve sabah erken bizi Mektaba Sor’a götürdüler. Okulu Êzidî kadınları ve çocuklarıyla doldurmuşlardı. Yüzlerce Êzidî kadını orada rehin alınmıştı. Mekteba Sor’da bir gün kaldık. Sonra bizi otobüslere bindirerek Telafer ve Musul’a götürdüler. Musul’dan ise Baduş Zindanı’na götürdüler. Baduş Zindanı’nı uçaklar hedef alıp vurunca, bizi oradan guruplar halinde çıkardılar. Herkesi birbirinden ayırıyorlardı. Yaşlıları, sonra çocukları, genç kızları ve orta yaşta olan kadınları götürdüler. Erkekleri de orada ayırdılar.  Bizi Telafer’e getirdiler. Biz kız kardeşlerimiz ile annemleydik. Bizden bir tek babam gitmişti. Telafer’de bizi götürdükleri okulda, daha önce bizden ayırdıkları herkes vardı. Orada herkes birbirine tekrardan kavuştu. Bu kavuşma ne kadar sürecek kimse bilmiyordu. Kavuşurken bile, tekrardan ayrılma korkusu herkesin içinde zaten vardı. Orada görevli olan IŞİD’liler ‘herkes ailesiyle kalsın,  birbirinize karışmayın’ diye üzerimize bağırıyorlardı. ‘Herkes ailesiyle birlikte içeri girsin denildi.’ Biz de sıralar halinde okula doğru yöneldik. Okulun bordo renginde,  basık olan  kapısından  herkes içeriye girmeye çalışıyordu. Kapının önünde duran IŞİD’liler kapıdan geçenleri ayırıyorlardı. 12 yaş üzeri  kızları ve kadınları ayırıyorlardı. Ben ve benden küçük olan kız kardeşimi orada annemden, ailemden ayırdılar.”

O okul cehennem yeriydi

O gün o okulun önünü “bir cehennem yeri” sözleriyle tanımlayan Şirin, yaşadıklarını tarif ediyor.

“Çığlıklarımız gökyüzünün sıcağına çarparak, damla damla ter olarak üzerimize yağıyor, bedenimizden göz yaşlarımıza karışıyordu. Öyle bir feryat figandı ki. Hala bazen tek kaldığımda o çığlıkları duyuyorum. O çığlıklar içimdeki sese asılmış. O gün her şey, bize yapılanlara tanıktı. Yer, gök, toprak, duvarlar, kendi pencerelerine asılı siluetlerin hepsi şahitti. Çığlıklarım, bedenim , ruhum direndi, onlar bizi kırmak istedikçe, biz bütün kadınlar daha çok direndik.  Bizi yirmi metrelik  bir mesafede sürükleyerek götürdüler. Onların avuçlarına asılı saç örgülerimiz, en çok ağrıyan yanımızdı.  Arkamızda kalanlarsa yerlere kapaklandılar. Annelerin ağıtları gökyüzünü yarıyordu, güneşe secde duruyordu. Orada bir ferman türküsü yakıldı, bir xeribiyeye bütün binlerce Êzidî kadını sığdırıldı, uzun bir hikayeye dönüştü dengbejlikler.  Bir asır kadar uzun ama  gözlerini açıp kapatıncaya kadar da kısa bir zaman aralığıydı.  Bizi tüm kızları ve kadınları otobüse bindirdiler. Toplamda o okuldan dört otobüs dolusu kadın aldılar. Bizi oradan Musul’a götürdüler ve Musul’da da büyük okulda tuttular. Dikkatimi çekmişti bu okulda daha çok Êzidî kadınını toplamışlardı. Daha sonra emirleri gelerek, ‘Güzel kadınları ayırın’ diye talimat verdi. Ben ve kız kardeşimin de içerisinde olduğu on otobüs dolusu kadını ayırdılar ve sabahında da Rakka’ya doğru yola çıkarttılar.”

13 yaşında olan kız kardeşimi iki IŞİD’li götürdü

Rakka’ya vardıklarında 15 gün boyunca IŞİD’in karargahında tutuldu Şirin. Bazen bir parça kuru ekmek, bir dilim peynir bazen de sıcak su içti. En kötüsünü yaşadı. En ağırını. En acısını.

“Rakka’da IŞİD’in uygulamaları daha farklıydı. Çok fazla kadındık ve asla hiç kimse tam sayıyı öğrenemedi. Bizi karargahın büyük salonuna doldurmuşlardı. Koyunların içine dalar gibi yüzlerce IŞİD’li içimize dalıyordu. Gece saat 12.00’den sabaha kadar gelir ve giderlerdi. Koyun seçer gibi kadın seçiyorlardı içimizden. Bazen 5 IŞİD’li erkek bir Êzidî kadınını götürürdü. 5 erkek birden o kadına tecavüz ederlerdi. 13 yaşında olan kız kardeşimi de iki IŞİD’li erkek götürdü. Götürmeye çalışırlarken kız kardeşimi sıkıca tutmuştum. Bana ellerindeki sopalarla vurdular hem de öyle vurdular ki ellerindeki sopalar kırılıncaya kadar. Yine de kardeşimi bırakmadım, sonra uzun saç örüklerimden yakalayıp saçlarımdan çektiler, tutum tutam saçlarım ellerinde bende yerde kaldım ancak öylelikle kardeşimi ellerimden çekip alabildiler... O’na gözümün önünde, ikisi birlikte tecavüz etti. Ben o acı dolusu resmi asla unutamam. Kız kardeşimin haykırışlarını hala duyuyorum. Kısa bir zaman geçtikten sonra gelip beni de aldılar. Kız kardeşimin son hali yüreğime kazınmıştı. Artık hiç bir şey hissetmiyordum.  Bedenim onların eline geçtiğinde zaten hissizleşmiş, ölü gibiydi. Öyle ki artık sayamıyordum. Vahşi köpek gibiydiler. Bedenimden kaç parça kopardılar hiç sayamadım. Beni Rakka’nın içinde farklı bir yere götürdüler. Orası da onların karargahıydı ve burada da yüzlerce IŞİD’li vardı. Biz dört Êzidî kadınını o erkekler için getirmişlerdi.”

Sözcükler nasıl yaşanmışlıkların ağırlığını taşır?

Hafızasını tekrar tekrar yoklayarak anlatmasını sürdüren Şirin’in sözlerini, “Yeter, dur” diyerek kesiyoruz, şimdi anlatırken sözcükler ne kadar hafif çıkıyor oysa yaşanması ne kadar da zordu. “Neden sözcükler yaşanmışlığın ağırlığında değil” diye soruyoruz. Sözcüklerinin tesirinin ağırlığını hissetmeye çalışıyoruz. Kısa bir soluklanmadan sonra devam ediyor anlatmaya Şirin kaldığı yerden.                 

“Yüzlerce IŞİD’linin olduğu karargahın içerisinde bizi üç gün tuttular. Sonra Ebu Sufyan Behreni,  Türkiye’de ‘Ebu Ali’ diyorlar. O beni satın aldı ve evine götürdü. Adımı Umseyar koydular. Beni aldığında akşamdı ve yol boyunca hep ağladım. ‘Bütün ailemi benden aldınız. Bize neden bu zulmü yapıyorsunuz’ diye soruyordum yarı Arapça, yarı Kürtçe. Dönerek ‘söz sana elimi uzatmayacağım sadece seni ev işlerimi yapman için götürüyorum’ dedi. Ona inanmaktan başka çarem yoktu. Bana bir şey yapmayacağına inanmıştım.  Eve ulaştığımızda eşi de bizi bekliyordu. Bana kara çarşaf verdiler, ‘git banyoya yıkan ve bu elbiseyi giy’ dediler. Bende ‘yıkanmayacağım’ dedim. Onlar ısrar ettikçe, ben direndim ve ‘kesinlikle yıkanmayacağım’ dedim. Sonra beni saçlarımdan tutarak, zorla banyoya soktular. Ebu Sufyan ‘eğer yıkanmazsan sana tecavüz ederim, sana yapmayacağımı bırakmam’ dedi. Korktum banyoya girdim. Kapıyı kapatmama izin vermediler. O ve eşi kapının önünde durdular, benim yıkanmamı izlediler.  Yıkanma esnasında beni o kadar dövdükten sonra, banyo çıkışında ‘söz sana bir şey yapmayacağız’ dediler. Bu kez inanmadım. Anladım ki tüm IŞİD’lilerin sözleri yalandan öteye gitmiyordu. İki ay o ailenin yanında tutuldum. Bana iki ay boyunca hiç dokunmadılar. Ama yüreğime öyle bir korku salmışlardı ki korkudan hiçbir şey yapamıyordum. Yatarken, yemek yerken, otururken hep bir korku eşliğinde yapardım. Evet, onlar bana kaba olarak bir şey yapmadılar ama psikolojik baskı çok yaptılar. Bu da benim ruhuma uygulanan şiddetti. En çok da Ebu Sufyan’ın eşine dayanıyordum. ‘O bir kadın beni anlar, bana zarar gelmesini istemez’ derdim. Ama Ebu Sufyan’ın baskılarını o da yapıyordu.”

Ebu Sufyan Şirin’i, Ebu Ladin’e hediye verir

İki ay boyunca Ebu Sufyan’ın evinde tutuldu Şirin. O iki ay boyunca, sabahtan akşama kadar ev işlerini yaptı.

“Ebu Sufyan ve eşinin emrinden hiç çıkmamalıydım. Onları dinlemediğim taktirde beni dövebilirlerdi. Ben orada onların kölesiydim.  Onların korkusundan yemek yemezdim. Sufyan’ın eşi izin vermeden, dolaptan bir şey alamazdım. Sonra Ebu Sufyan beni bir arkadaşına hediye olarak verdi. Ebu Ladin, Behrin’liydi. Ebu Ladin beni dört yıl boyunca yanında rehin olarak tuttu. IŞİD’in yanında kaldığım süre zarfında, hep Ebu Ladin’in yanında esirdim. Beni üç gün boyunca bir eve kapattı, ‘ya Kuran okumayı öğrenirsin ya da sana hiçbir biçimde yemek ve su yok’ dedi. Bende ona ‘ben okula gitmedim, okumam yazmam yok, okumayı bilmediğim içinde Kur’an okuyamam’ dedim.  Sonra, ‘bana baskı uygulama, söz ne zaman öğrenirsem sana söylerim. Yeter ki zulüm yapma’ deyince beni üç gün boyunca rahat bıraktı. Pencerelerin hepsinde parmaklık vardı. Hiçbir biçimde kaçma olanağı yoktu. Giderken de kapıların hepsini üstüme kapatıyordu. Sonra bana Kur’an okuma baskısını bıraktı. Bana üç günün sonunda yemek getirdi.  ‘Gel birlikte yemek yiyelim’ deyince, ben yemek yemeyeceğimi söyledim. O da ‘neden, üç gün boyunca hiç yemek yemedin, gel yemek ye’ dedi. ‘Ben açlığa dayanırım ama asla gelip seninle yemek yemem’ dedim. Sonra yemeği bırakıp dışarı çıktı. Çıkarken ‘senin rızan olmadan hiç bir şey yapmayacağım’ dedi ve kapıyı kapattı. Üç gün öncesinden ve üç gün de o kapalı oda da hep aç kalmıştım. Dayanamadım onun bıraktığı yemeği yemeye başladım. Yemekte pirinç ve meyve suyu vardı. Çok susadığım için en çok meyve suyunu içtim, sonra tepsiyi alıp mutfağa götürdüm. Kapıyı açınca kapının kenarında duruyordu, bana bakıyordu. Yemek tepsisini mutfağa ulaştırdığım gibi yere düştüm. Akşamüstüydü kendime geldiğimde gece saat 12 olmuştu. Kendime geldiğimde çırıl çıplak kanlar içerisindeydim. Ben önce ay başı kanaması sandım. Yıkanmak için kapıya yöneldim, kapılar kapalıydı. Kapıyı çaldım. ‘Kapıyı aç’ diye bağırdım. O da kapıyı açtı ‘ne yapacaksın’ diye sordu. ‘Yıkanacağım’ dedim. Bana inanmadı, kendimi öldüreceğimi düşündü. ‘Neden yıkanacaksın’ diye sordu. Bende’ ihtiyacım var yolumun üstünden kalk’ diye bağırdım. Sonra bana alaycı bakarak, ‘ben sana böyle yaptım’ dedi. O esnada çıldırdım.”

“Rahmimde bir canın döllenmesine izin verme Allah’ım”

Şirin yaşadığı anı “çıldırdım” sözüyle tarif ediyor. Ve o ağır anlardaki düşüncelerini tarif etmeye çalışıyor.  

“Ağıtlar yaktım, saçlarımı yoldum. Bedenimde oluşan morluklara bakınca, onun yaptığından emin oldum.  Bana yöneldi, elinde silah vardı ve ‘eğer konuşursan seni vururum’ dedi. Her gün bana işkence yapıyordu. Onun evinde ben bir köleydim ve canı nasıl isterse öyle yapıyordu. Bir gün fark ettim ki hamileyim. O gün benden geri kalan her şey yıkılmıştı. Toprak bedenine alsa beni, göz bebeklerimi karıncalara yuva yapardım.  Bebeği kendi bedenimden düşürmek istedim, bana müdahale etti. ‘Eğer içindeki bebeğe bir şey olursa, seni param parça yaparım’ dedi. Ondan çok korkuyordum. Bana yaptığı işkenceleri hayatım boyunca unutamam. Karnımdaki bebek, biz Êzidî kadınlarına karşı işlenen günahın kurbanı ve IŞİD’in bir parçasıydı. Bu dünyada taşıdığım en ağır yüktü. Allah’a dua ediyordum, ‘bize bu dünyada verdiğin acının yanına başka bir can koyma, rahmimde bir canın döllenmesine izin verme Allah’ım’ diyordum.  Bu işkenceyi orada üç kez yaşadım. İki çocuğum oldu. Onlara kendi çocuğum demek istemiyorum.”

Yarın: 

Şengal özgürleşti, Êzdalık bitmedi