Kâinatın sırrından kadının aydınlığına: Ana Fatma
Kâinatın insan ruhuna fısıldadığı sır, çırayı aydınlatan nur, bazen Ay’dan gelen ışık, bazen de bereketin ta kendisi. Nihayetinde bulunduğu yere, gizemiyle umut ve şifa dağıtan Neolitik dönemin taşıyıcısıdır Ana Fatma…
Dersim- İnsanlığın var olduğu günden bu yana gizlenmeye, bastırılmaya ve hatta unutturulmaya çalışılan kadın kutsallığı, taşıdığı tılsım ile her dönem farklı suretlerle yeniden doğarak günümüze kadar geldi. Bu suretlerden biri de Ana Fatma. Tanrıça kültürünün önemli izlerinden biri olan Ana Fatma, Dersim Aleviliğini tamamlayan kutsal sembollerden biri. Alevilikte Ana Fatma “rahim”, “rahmet çeşmesi”, “Kubbe-i Rahman”ın sahibi demek. Alevilik inancının anlattığı yaradılış kurgusuna göre, alemde daha kara parçaları yokken yer ve gök su iken kandilde parlayan nur içinde bir nur idi Ana Fatma.
Yaydığı ışıkla beslediği ruhlara ayna tutan Ay ile özdeşleştirilir ve Ay’ın sureti olarak kabul edilir. Her dara düşüldüğünde yüzler Ay’a dönülür ve dua edilir. Akşamları yaydığı ışığa koşan ve onunla dertleşen kadınlar, güne de yüzlerini güneşe dönerek Ana Fatma’ya dua ederek başlar. Güneş nurunu Ana Fatma’dan aldığı için varlığı kâinatın her tarafına yayılır ve her yerde var olandır. Kadının temsilcisi, gücü, güzelliği, doğruluk ve paylaşımdaki eşitliği olan Ana Fatma, yardım isteyen herkese görünür, herkesi aydınlatır. Sadece kadınlar için değil inancın kendisi için de önemli bir isim.
"Kâinatın sırrı, rahmet deryası"
Hak’la başlayıp günümüze kadar yürünen yolun kapısı ve mürşidi olarak kabul görülen Ana Fatma’nın, ortak hafızadaki yeri ise şöyle anlatılır: “O, kâinatın sırrı. Âdem yokken, Hava yokken, dünya, melekler yokken, cihan boşluktu. Ana Fatma rahmet deryasıydı. Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hasan ve Hüseyin, O’nda mevcuttur. Bütün sırrın ve varlığın başı.”
Dökülen sütten ziyarete
Hz. Muhammed’in kızı Fâtima Zehra ile ilişkilendirilen ancak tarihsel yönü İslamiyet’ten çok öncesine dayanan Ana Fatma efsaneye göre; Dersim merkeze 3 kilometre uzaklıkta Munzur’un kıyısında bir mağaraya yerleşir. Bir gün koyunlarını sağarken, ayağı taşa takılır ve yere döktüğü sütten mağarada beyaz bir gölet oluşur. Sütten oluşan bu sudan da bir ziyaret.
Doğanın birbirine dönüşümü olan bu ziyaret, günümüzde hala her yıl binlerce ziyaretçiyi ağırlar. Burada akan suyun şifalı olduğuna inanılır. Özellikle kadınlar, beraberlerinde getirdikleri lokmaları dağıtır, mum yâ da çıra yakarak Ana Fatma’ya sığınır.
Başka bir rivayette ise avcılardan kaçan dağ keçisinin Ana Fatma’nın mağarasına sığındığı ve bundan dolayı kutsal sayıldığı anlatılır.
Rêya Heq (Hakkın Yolu) inancında yakılan mum ya da çıralar aydınlığın sembolüdür. Ziyaretlerde mum yakıldıktan sonra veya Ay’ın karşısında ışıkta dua edilir. Dolayısıyla bu ritüel, “bir buluşma, içe bakış ve yüzleşme” olarak tanımlanır. Şimdi fabrikalarda üretilen mumlar eskiden kullanılmamış kumaş ve tereyağından yapılır, kesilen kumaş, şerit şerit yağda kavrulur, bükülerek bal mumu ile özdeşleştirilirdi. Top haline getirilir ve ziyaret edilen yerlerde bir parça yakılırdı.
Yaşamın her alanında var olan izler
Günlük yaşam içerisinde yapılan işler dahi Ana Fatma ile anılır ve onun adı verilir. Böylece güç ve destek alınan Ana Fatma’nın işleri kolaylaştırdığına inanılır.
Ana Fatma kültürünün İslamiyet öncesine uzandığını söyleyen Demokratik Alevi Dernekleri (DAD) üyesi ve Derviş Cemal Ocağı’ndan Menşure Doğan, Ana Fatma’nın ritüele dönüşen yaşamdaki izlerini şöyle özetliyor:
“Gün içerisinde zorluk yaratan işler için bir gün belirlenir ve ona ‘Robarê Ana Fatma’ denir. Örneğin; çamaşır gününü Ana Fatma’ya adıyor, çünkü güç istiyor ondan. Diyelim iki komşu kavgalıdır ve o kadınlardan biri banyodadır. Ona yardımcı olmak için de ‘Robarê Ana Fatma’ ismi takılıyor. Yardım eden kişi konuşmaz, küstür ama banyodakinin saçını tarar, sırtını keseler ve gider. O görevini Ana Fatma adına yapar. Komşusunun ihtiyacı vardır ve Ana Fatma adına işlerini kolaylaştırır. Çünkü Ana Fatma da onun işlerini kolaylaştıracaktır.
Yine ‘Saca Ana Fatma’ (Ana Fatma’nın sacı) diyoruz. Hiç unutmam bir gün saçta ekmek pişiren annem su istedi. Su vereceğim sırada nenem ‘Biraz sabırlı ol. Kızgın sacın önünde su içme ya da önce sacın payını-hakkını ver’ dedi. Nenem sacı kızgın çöle benzetiyor, bir yerde Ana Fatma’yı Hasan ve Hüseyin’in annesi olarak bildikleri için. Aynı zamanda kendi hayatımıza da benzetiyor acı çekmişiz ve katliamlardan geçmişiz. O zaman o saca hakkını vereceksin. Ondan sonra suyu içeceksin. Ayrıca pişirilen ekmek/lokmalar ‘Loqme Ana Fatma’ (Ana Fatma’nın lokması) olarak dağıtılır.”
Ana Fatma’nın tülbenti…
Menşure Doğan, diğer inanışlarını ve kadınların bu inanıştaki rolüne de değiniyor:
“Ondan öte çok önemli bir ritüelimiz de ‘Çît’a Ana Fatma’dır. (Ana Fatma’nın tülbenti) Çît’in şöyle bir özelliği var; kadını Ana Fatma ile eş tutma onuru. Başından çıkarıp kavga edenlerin ayağına attın mı o kavga durmalı. Durmuyorsa günah işlenmiş olur. Ayağının altına atılan kişi ona basmaz. Kavgalısını dövmekten vazgeçer. Sorunu erteler veya farklı çözer. Bu çok önemli. O anda kan dökülmüş bile olsa kavga durur.
Bütün kutsallıklar, ışık ve sıcaklıkla özdeşleştirilen Ana Fatma üzerinden tarif edilmiş ve ifadesini bulmuş diyebiliriz.”
Ocakta kadının yeri ve önemi
Kadını “aile-ocağın koruyucusu” olarak tanımlayan Menşure Doğan, şöyle devam ediyor: “Mekanın-ocağın ta kendisidir. İnancımızda ocakta yakılan ateşin sabaha kadar sönmemelidir. Sabah aynı ateştin közlerinden ateş alevlendirilir, küllerinden doğma denilen şey budur. İhtiyaçtan ziyade inançtan ötürü söndürmüyorsun. Ocağı söndürmemeli, hep tütmeli. İşte bu ocakta kadının yeri çok önemli. ‘Evin direği’ aslında kadındır.”
Foto: Pirha