Babaannemin Kızkardeşleri!

“Bir ‘son cümle’ için, bir bitişten çok bir başlangıca işaret etmem gerektiğinin sezgisiyle toparladım kâğıtlarımı… Artık vücut bulmak isteyen bir ses, sesini arayan bir imge, bir solukla dolmak isteyen bir hikâye bekliyordu sanki beni” der Yazar Aslı Erdoğan ‘Artık Sessizlik Bile Senin Değil’ kitabında . İşte Atlas Arslan da son bulan bir hikâyenin ardından yani babaannesinin ölümünden sonra yollara düşüp bir başlangıca imza atmış. Sekiz farklı kadının hikâyesini “Babaannemin Kızkardeşleri” kitabında okuyucu ile buluşturmuş.

 
EKİM YAĞMUR
Ankara- Feminist Gazeteci -Yazar Atlas Arslan, “Babaannem, annemle birlikteydi hep! Bazen onun karşısında, bazen arkasında, bazen yanında ama hep birliktelerdi… Beni ve kız kardeşimi büyütürken de bu birliktelik hiç bozulmadı. Biz; iki kız kardeş, iki farklı karakterde kadının elinde büyüdük. Biri toplumsal normların içinde bizi düşünen, kollayan, seven bazen de pataklayan; komşularıyla iyi geçinen, günlere katılan, sonra iş hayatına başlayan; modernlik ve geleneksellik arasında uyum içinde yaşayan annemizdi. Diğeri ise sadece toplumsal değil, karşılaştığı tüm normları, hatta bazen kendini bile alt üst eden babaannemiz” diyor. Babaannesini ‘Deli kadın’ olarak tanımlayan Arslan, onun ölümünün ardından yollara düşüp yazdığı ‘Babaannemin Kızkardeşleri’ kitabını okuyucuyla buluşturdu. 
İlk kitabı ‘Kişer Pari Mama –Kadınlar Savaşı Reddediyor’ kitabında vicdani retçi kadınlarla yaptığı röportajları bir araya getiren yazar, ikinci kitabı ‘Babaannemin Kızkardeşleri’ kitabında ise sekiz farklı köy kadınının hikâyesini anlatıyor. Tüm hikâyeler ve karakterler gerçek kişilerden oluşuyor. Arslan, kitabında kız kardeşlik kavramını biyolojik yakınlık olarak değil, kadınların mücadele birliğini temsil eden “kızkardeşlik” vurgusu üzerinden anlatmaya çalışmış. 
Feminist bir kitap kaleme aldığını söyleyen Atlas Arslan, odaklandığı sekiz ayrı hikâyenin de özgün noktalar taşıdığını belirterek, “Babaannemin Kızkardeşleri” kitabında acı, dram ve vahşet yok. Aksine kadınların gerçek hikâyelerinde acılar da olsa nasıl güçlü oldukları ve yaşamı yeniden kurabildikleri hikâyeler var” diyor.
Biz de Gazeteci Yazar Atlas Arslan ile bazen çileli, bazen öfkeli ve bazen de dünyayı avuçlarının içine alan kadınların kadınlık hikâyelerini, adliye koridorlarında haber peşinde koştururken ki yıllarını, babaannesinin yaşamından yola çıkarak yazdığı “Babaannemin Kızkardeşleri” kitabını konuştuk. 
Militarizmi sorgulamaya başladım!
Adliye koridorlarında haber peşinde koştururken yazarlığa geçiş süreciniz nasıl başladı? ‘Kişer Pari Mama –Kadınlar Savaşı Reddediyor’ kitabını yazma sürecinizi adliye koridorlarında haber peşinde koştururken ortaya çıktı sanırım…
Liseden mezun olduktan sonra tesadüfen gördüğüm bir ilan sayesinde bir belediyenin gazete kolunda çalışmaya başlamıştım. Yaz dönemim orada geçti. Sonrasında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Eskiçağ Dilleri Bölümü’nü kazandım. 3 yıl okuduktan sonra aklım hep gazetecilikteydi. Bir anda okulu bırakıp gazeteci olmaya karar verdim. Tekrar sınava girip Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni kazanıp orada okudum. Ve böylelikle ‘okullu gazeteci’ oldum. Hiçbir önemi yok aslında okullu olmanın. Mezun olduktan sonra Akşam Gazetesi’nde çalışmaya başladım. O dönem 28 Şubat ve 12 Eylül davalarının görüldüğü bir dönemdi. Beni Ankara Adliyesi’ne verdiler. Stajyerim, sudan çıkmış bir balık gibiyim. Karmakarışık iddianamelerin içinden cebelleşip çıkmaya çalışıyorum. Resmen orada bilendim. O dönemi takip etmek benim için çok kritikti. Politikanın konuşulduğu ve haberlerin izlendiği bir evde büyüdüm. 12 Eylül’ü biliyordum, 28 Şubat sürecini ise hatırlıyordum. Büyüyüp de gazeteci olduğumda -onların yargılanışına tanık oldum- çok enteresan bir süreç yaşıyordum. Bunun akabinde de farklı sorgulamalar yapmaya başladım. 
Militarizmi sorgulamaya başladım. O davalardaki sorguların temelini çok militarist gördüm. Bir adalet arayışından öte başka bir politik durumun varlığından haberdarsın ama başka türlü bakıyorsun işin içindeyken. Bir gün adliyeden çıkarken kendime şöyle bir soru sordum: “Ben bu dönemin tanığı mıyım?” Evet, ben bu dönemin tanığıydım. Bir de bu dönemde basına yansımayan ve sesi çık(a)mayanlar var. Yani anti-militaristler. ‘Peki bunlar kim?’ sorusu üzerine vicdani retçi kadınları araştırmaya başladım. 
Sevag’ın son sözü ‘kişer pari mama’!
Neden vicdani retçi kadınlar?
Vicdani ret denilince hep erkekler akla gelir. Ben anti-militarist kadınları çalışmak istedim. Bu bir tesadüf değildi. Adliyede ve izlediğim davalarda militarizm erildir ve o erilliği de gördüm. Her yerden eril sesler yükseliyordu. ‘Ben bu dönemin tanığıysam ve bu dönemi yansıtıyorsam başka sesleri de yansıtmalıyım’ dediğim noktada ilk aklıma gelen anti-militarist insanlardı ve ikinci olarak aklıma gelen ise kadınlardı. Bunları birleştirdiğimde de vicdani retçi kadınlar aklıma geldi. İlk zamanlar birkaç kişiye ulaştım, sonraki süreçte ise birçok kadın beni kendiliğinden buldu. 
Farklı kültürel özelliklere sahip birçok vicdani retçi kadına ulaştım. Bütün röportajlar tamamlandıktan sonra Akşam Gazetesi’nden ayrılıp BirGün Gazetesi’nde çalışmaya başladım. BirGün Gazetesi’ne başladığımın ilk günü mail kutuma bir röportaj gelmişti. Maile baktım, ‘Ani Balıkçı’ yazıyor. 2014 yılında Batman Kozluk’ta kaza kurşunu ile öldürülen Ermeni Sevag Balıkçı’nın annesi, vicdani reddini açıklamış. Ondan sonra bana hikâyesini anlatan bir mail atmıştı. Hikâyesi de şöyle: Birgün Sevag askerdeyken gece yarısı annesine telefon ediyor. Anne, “içimde bir sancı var, beni çok ürkütüyor” diyor. Annesi de “oğlum birbirimizi özlüyoruz, geçer ondandır içinin sıkıntısı” diyor. Yatıştırıyor oğlunu, tam telefonu kapatırken Sevag annesine ‘Kişer Pari’ diyor. Kişer Pari Ermenice ‘İyi geceler’ demek ve Sevag’ın son sözü o oluyor annesine. Ertesi gün ölüm haberini alıyor Sevag’ın. 
Ben bu röportajı okuduğumda çok ağladım. O kadar etkiledi ki beni bu röportaj bütün kitabın da seyrini değiştirdi. Ve kitaba onun ismini verdim. Bu kitap Ani Balıkçı’nın Sevag ile olan hikâyesi ile ölümsüzleşti. Çocuklar ölüme giderken değil uykuya giderken annelerine selam olsun. Sevag’ın son sözü ‘Kişer Pari’ benim için çok ayrı bir yere sahip. Kendi yolunda, yolculuğunda bir anda ortaya çıkan, bir adliye koridorunda bir anda beynimde yanan ve kendiliğinden oluşan bir kitap oldu. 
‘babaannem deliydi!’
‘Babaannemin Kızkardeşleri’ kitabını yazma süreciniz nasıl oluştu? 
Aslında “Babaannemin Kızkardeşleri” kitabı ‘Kişer Pari Mama –Kadınlar Savaşı Reddediyor’  kitabından çok eski. Büyükanne ve büyükbaba ile büyüyen bir çocuktum. Babaannem deliydi, bütün toplumsal normları ve öğretileri reddeden bir kadındı. Mesela, erkeklerin sözüne çomak sokardı. Çevresindeki bütün kadınlara sahip çıkardı. Ayrıca, rüyalarla yaşayan bir kadındı. 2012 yılının Kasım ayında babaannemi kaybettikten sonra onun bana anlattığı hikâyelerin peşine düştüm. Babaannemin annesinin köyüne gidişimle başlayan hikâye ve ardından gelen tüm hikâyelerdeki kadınlar gerçek ve çoğu babaannemin hayatından hayatıma geçen kadınlardır. Onun bana kattığı hayatlardır. Onları burada buluşturan ortak payda ise kadınlık halleridir. Bazen çileli, bazen öfkeli ama hep farkında olan kadınlık halleridir. Kadının bu topraklardaki kadim gerçekliğini gören, bilen bir bilgelikle direnci kıran ve yaşama devam eden kadınlık halleri...
Hep bana kadın hikâyeleri anlatırdı, iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Babaannem, annesinin köyünü çok anlatırdı çünkü o köyde büyümüştü. Babaannemin ölümünün ardından yıllarca bana anlattığı kadın karakterlerin peşine düştüm. Babaannemin annesinin köyüne gittim ve bütün kadınlara ulaştım. Altı yıl önce babaannemin ölümünün ardından yola çıkışımla başlayan kitabımda sekiz ayrı röportaj ve birçok kadının hikâyesi yer alıyor. ‘Babaannemin Kızkardeşleri’nde acı, dram ve vahşet yok. Aksine kadınların gerçek hikâyelerinde acılar da olsa nasıl güçlü oldukları ve yaşamı nasıl yeniden kurabildikleri hikâyeler var. O hikâyelerden biri de benim babaannemin hikâyesidir. Ben ‘kirpiğin yere düşmesin kız kardeşim’ çığlığını ilk babaannemden öğrendim ve onun taşıyıcısı olarak bu kitabı yazdım. 
Kız kardeşlik biyolojik bir bağ değil
Kız kardeşlik kavramı kitapta birleşik olarak karşımıza çıkıyor. Bunun bir hikâyesi var sanırım...
Türk Dil Kurumu’nda ayrı olan ve dil bilimi açısından da ayrı yazdığımız “kız kardeş” bu çalışmamda birleşik olarak karşınıza çıkıyor. Biyolojik yakınlık olarak, aynı anne babadan ya da sadece aynı anneden veya aynı babadan dünyaya gelen iki kadının tanımında halen ayrı düşünebildiğim kız kardeş, bu çalışmada bambaşka bir temsili taşıyor. Burada olan kız kardeşlik, kadın mücadelesi içerisinde artık yer bulan ve kadınların mücadele birliğini temsil eden kız kardeşliktir. Ve dolayısıyla kavramsallaşıp artık bu anlamda birleşmelidir. Kız kardeşlik biyolojik bir bağ değil. Bu bağ dostluk bağı da değil, bu bizi güçlendirecek bir bağ. 
Modern toplumda da kadın başka bir temsil haline geldi. Bu dönemdeki güçlü kadınları da başka bir modernlik temsiline oturtuyorlar. ‘Kıskanç kadın’, ‘kadın kadının kurdudur’, ‘iş dünyasında kadınlar daha acımasızdır’ dilinin değişmesi gerekiyor. Bu dile inandırılıyoruz. Kız kardeşlik bilinci ne kadar yükselirse; bu var olan zihniyet kendiliğinden yok olacaktır. Dayanışmanın ötesinde bir kız kardeşlik bilincine çok ihtiyacımız var. Günümüzde bir yandan yerle yeksan edilen güçsüz kadın temsili, bir yandan yüceltilen iş kadını ve modern kadın kimlikleri oturtuldu ve pornografik bir dilin temsiliyetini bir yana itmek; kadınların birbiri ile kurduğu temasla mümkün olacak. Bu temasa ben kız kardeşlik diyorum. Bu nedenle ’Kirpiğin yere düşmesin’ söylemi çok değerlidir. 
Pornografik bir dil kullanılıyor  
Bu kitapta gerçek bir kadın temsili var. Haber başlıklarında, kadın haberleri verirken ya da kadın teması işlenirken sürekli pornografi ve şiddetin altı çiziliyor. Ama ‘Babaannemin Kızkardeşleri’nde kadın ve erkekler bu şiddetin, kadın temsilinin karşıtını görecekler. Kendi gerçekliğini ve o gerçekliğin içerisindeki varoluşu görecekler. Kadın hikâyeleri anlatılırken acı ve vahşet çok ön plana çıkıyor. Bir tecavüz sahnesi çok pornografik bir dille anlatılıyor. Ben kadınların güçlü yanlarını, kadınların kendilerini yeniden doğurabildiklerini, ortalık kan revan olsa da bir kadının kendi kitaplığına tutunma ve bundan güç bulma halini bu anlamda ön plana çıkarmak istedim. 
Sokaklar bana da, anneme de, babaaneme de yasak!
İstesem kadınların o ağlayan yüzünü de gösterebilirdim. Çilem Karabulut, Nevin Yıldırım gibi direnen kadınların hikâyelerinden yola çıktım. Kadını mağdur kimliğinden çıkarıp o dik duran kimliğini yansıttım. Kadınların en yoksun yerden bile yeniden kendini var ettiğini görüp onu yansıtmak istedim. Çünkü ihtiyacımız olanın bu olduğunu düşünüyorum. Tecavüz sahnelerinin açık seçik bir dille yazılmasını istemiyorum. Şiddeti biz yeniden üretiyoruz. Şiddete dikkat çekerken, haberin başlığını atarken ‘mağdur kadın’ kimliği yaratıyoruz. ‘Mağdur kadın’ derken onu yeniden mağdur kılıyorsun. Eril ve militarist dilin artık başka bir dile evrilmesi gerekiyor. Evet, böyle bir gerçeklik var ama kadınların direngen bir duruşu da var denilmeli. 
Hiçbirimizin fiilen şiddet görmesi gerekmiyor. Kadın olmak başlı başına mücadele alanıysa hepimizi ilgilendiriyor. Çünkü geceleyin sokaklar bana da, babaanneme de, anneme de yasak. Önemli olan o yasakları nasıl delebildiğimiz. Artık yasak olduğundan çok, o yasağı nasıl delebildiğimizi göstermek istiyorum. Evet, yasak ama bunun karşısında bir direnç de var. Ben o yasağın altını değil, 2016 yılında yasaklanan 8 Mart alanlarında kadınların dediği gibi ‘Çok da fifi’nin altını çizmek istiyor ve bunun mücadelesini veriyorum.