Kadın, cinsellik ve aşk üzerine: sosyalist ilişki kuramı- ANALİZ

Aşk, evlilik ve cinsellik, her ne kadar özel alan gibi görünse de aslında sınıfsal yapılar ve mülkiyet ilişkileri yeniden üretildiği temel kurumlardır. Kapitalist sistem, kadının emeği kadar bedenini, arzularını denetim altına alarak onu köleleştirmiştir.

FERİDE TOPRAK

Kadın-erkek ilişkileri, tarihsel süreç içerisinde iktidar, mülkiyet ve toplumsal tahakküm ekseninde sistematik olarak inşa edilmiştir. Bu bağlamda aşk ve cinsellik, kapitalist ideolojinin bireyler arası ilişkileri denetim altına aldığı en derin müdahale alanlarından biri haline gelmiştir. Kadın bedeni ve arzusu, yalnızca bireysel bir deneyim olarak değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal iktidar ilişkilerinin merkezi bir nesnesi olarak kurgulanmıştır. Bu nedenle, aşkın, cinselliğin ve kadın-erkek ilişkilerinin özgürlük ve eşitlik temelinde yeniden yapılandırılması, günümüzün en kritik toplumsal meselelerinden biri olarak ele alınmalıdır.

Kadın ve erkek arasındaki ilişkileri, toplumsal yapının en güçlü ideolojik üretim alanlarından biri olarak görebiliriz. Aşk, evlilik ve cinsellik, her ne kadar özel alan gibi görünse de aslında sınıfsal yapılar ve mülkiyet ilişkileri yeniden üretildiği temel kurumlardır. Kapitalist sistem ve erkek egemen toplum, kadının emeği kadar bedenini ve arzularını da denetim altına alarak onu köleleştirmiştir.

Tarih boyunca kadın, sadece biyolojik bir varlık değil; erkeğin şerefi, namusu ve mülkü olarak tanımlanmıştır. Kadının bedeni hem ahlaki hem hukuki hem de dinsel kodlarla kuşatılarak iktidar ilişkilerinin merkezi haline getirilmiştir. Bu tarihsel kuşatma, modern kapitalist sistemde kadının hem görünmeyen ev içi emeğini hem de piyasanın nesnesine dönüşen bedenini yaratmıştır.

Kadın bedeninin ve cinselliğinin tarihsel kuşatılması

Nagehan Akarsel’in, “Cinsellikle ilgili her anlatım yaşamın değerlenmesidir. Sembol, simge ve öyküler kadın eksenlidir. Tarımın bereketi ile kadının bereketi birlikte kutlanır. Bu gizemin en fazla korunduğu alan cinsellik olur” şeklinde tanımladığı gerçeklik devletli uygarlıklarla birlikte en fazla çarpıtılan alan olmuştur. Bereketin, akış halinde evrene karışmanın ruhunu anlatan duygular sistemin çarpıtmaları ekseninde şekillenir.

Foucault’nun Cinselliğin Tarihi eseri, modern iktidarın cinselliği disiplin mekanizmasına dönüştürdüğünü gösterir. Kadın arzusu bastırılmış, bedeni kontrol altına alınmış ve cinsellik erkeğin haz nesnesi haline getirilmiştir. Simone de Beauvoir ise kadının tarihsel olarak, "öteki" konumuna itilerek cinselliğinin erkek bakışıyla tanımlandığını vurgular.

Özel mülkiyetin doğuşuyla birlikte kadın, toprağın, evin ve çocuğun ardından erkeğin sahip olduğu dördüncü mülkiyet katmanı haline gelir. Kapitalist sistem, kadını hem görünmeyen bir emekçi hem de piyasada metalaşan bir beden olarak yeniden üretir. Bu bağlamda, cinsellik sadece bedensel değil, iktidarın ve sınıfın yeniden üretildiği bir saha haline gelir.

Sosyalist perspektiften cinsellik ve aşkın yeniden tanımı

Kadın-erkek ilişkilerinin tarihsel ve toplumsal düzeyde yol açtığı yapısal sorunlara yönelik çözüm odaklı perspektifler nelerdir? Kapitalist sistemin görünmez kıldığı kadın kimliği ile özünden koparıp araçsallaştırdığı erkek gerçekliği, nasıl daha adil ve eşitlikçi bir toplumsal dönüşüm sürecine dahil edilebilir?

Sosyalist teori, aşkı ve cinselliği mülkiyet ilişkilerinden arındırarak özgür bireyler arasında kurulacak bir ortak yaşam alanı olarak ele alır. Engels, aile kurumunu kadının köleleştirildiği tarihsel bir alan olarak tanımlar. Kadının cinselliği; üretim, üreme ve ahlaki baskılardan bağımsız, eşit ve özgür özne olarak yaşanmalıdır.

Bu bakış, aşkı ve cinselliği; sahip olma, kıskançlık ve kontrol değil, karşılıklı rıza, eşitlik ve ortak haz temelinde yeniden kurgular. Gerçek bir aşk, ancak kadının iradesi ve özgürlüğü koşulunda mümkündür.

Özgür aşk mümkün mü? Öcalan’ın eş yaşam paradigması üzerine

Kadın-erkek ilişkisi üzerine düşünmek, yalnızca bireysel bir meseleye değil, köklü bir toplumsal sisteme dokunmak anlamına gelir. Bu yüzden Abdullah Öcalan’ın bu konuya yaklaşımı, klasik “aşk ilişkisi” tanımlarının çok ötesine geçer. Ona göre kadın-erkek ilişkisi, binlerce yıllık ataerkinin, sınıflı toplum yapısının ve kapitalist modernitenin en derin ideolojik aparatlarından biridir. Kadının tarihsel köleleştirilmesiyle birlikte şekillenen bu ilişki biçimi, bugün de aşk, evlilik, cinsellik gibi başlıklarda kendini yeniden üretir. Erkekliğin egemenlik karakteriyle, kadının edilgenleştirilmiş kimliği yan yana geldiğinde ortaya çıkan şey, aşk değil, bağımlılıktır. Öcalan bu yüzden, "aşkın devrimleşmesi" gerektiğini söyler. Yani, kadının özgürleşmediği, erkeğin tahakkümden arınmadığı bir yerde yaşanan hiçbir birliktelik, hakiki bir ilişki değildir.

Bu noktada önerdiği “özgür eş yaşam” modeli, yalnızca kadın ve erkek arasında kurulacak bir yeni ilişki biçimi değil, aynı zamanda yeni bir toplum tahayyülüdür. Bu modelde yoldaşlık esastır; sevgi, duygudaşlık ve bilinçli ortaklık temelinde şekillenir. Öcalan, aşkın kapitalist kültür tarafından metalaştırıldığını, cinselliğin ise eril tahakkümün en görünmez ama etkili araçlarından biri haline geldiğini ifade eder. Bu nedenle özgür eş yaşam, aşkı kurtarma çabasıdır aynı zamanda. Sevmenin, birlikte yaşamanın, paylaşmanın ve mücadele etmenin yeni bir dilini kurmak demektir. Kadını “özne” olarak tanımayan, erkeği dönüşmeye zorlamayan hiçbir ilişki biçimi bu zemine ulaşamaz.

Bu yaklaşımda kadın-erkek ilişkisi duygusal değil, devrimsel bir meseledir. Kadın kurtulmadıkça toplum da kurtulmaz; erkek değişmedikçe hiçbir ilişki özgürleşemez. Bu sadece bir eleştiri değil, aynı zamanda bir çağrıdır: kendimize, ilişkilerimize ve toplumumuza başka bir yerden bakma çağrısı. Belki de sormamız gereken en temel soru şu: Sevdiğimizde özgür müyüz, yoksa sadece birbirimizi sahipleniyor muyuz?

Aşkın Devrimi: Toplumun yeniden inşası

Toplumu değiştirmekten söz eden her devrimci teori, önce devleti, sonra sınıfı, ardından üretimi tartışır. Ancak çok azı, aşkı ve insan ilişkilerini bir devrim alanı olarak görür. Özgür eş yaşam anlayışı ise bu tabuyu kökten kırar. Onun için aşk, yalnızca iki kişi arasındaki duygusal bağ değil; toplumun nasıl örgütlendiğine, bireylerin birbiriyle nasıl ilişki kurduğuna dair en temel göstergedir. Bu nedenle aşkın niteliği değişmeden, toplumun da niteliği değişmez.

Kapitalist modernite, aşkı metalaştırmış; cinselliği ticarileştirmiş, ilişkileri ise tahakküm, mülkiyet ve bağımlılık eksenine yerleştirmiştir. Sevgi, çoğu zaman güç arzusuna; sadakat, itaate; birlikte yaşamak ise boyun eğmeye dönüşmüştür. Böyle bir ilişkiler ağında özgürlükten, eşitlikten, dayanışmadan söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle Öcalan’ın özgür eş yaşam modeli, yalnızca kadın-erkek ilişkisini dönüştürmeyi değil, toplumsal yaşamın ahlaki ve politik zeminini yeniden kurmayı hedefler. Aşk burada duygusal bir heves değil, ahlaki bir bağ, politik bir ortaklaşma biçimi haline gelir.

Bu modelde iki temel eksen vardır: kadının özneleşmesi ve erkeğin tahakkümden arınması. Çünkü Öcalan’a göre kadın köleliğe mahkûmken erkek gerçek anlamda insanlaşamaz; kadın özgürleşmeden toplumun hiçbir kesimi özgürleşemez. Bu yüzden özgür eş yaşam, kadınla erkeğin birlikte sadece bir hayatı değil, yeni bir toplum tahayyülünü inşa etmeye çalışmasıdır. Sevgi, dayanışma, yoldaşlık ve eşitlik temelinde kurulan ilişkiler, toplumda ahlaki-politik yaşamın temelini oluşturur. Devletin, kapitalin ve ataerkilliğin çözülmesi, ancak bu zeminden mümkün olabilir.

Aşkın devrimi, kalpte değil sadece; pratikte, yaşam biçiminde, mücadele tarzında gerçekleşir. Bu devrimde sevgi, bir boyun eğiş değil, karşılıklı bir direniştir. Bu yüzden Öcalan’ın özgür eş yaşam anlayışı hem bireyin kendini yeniden inşasına hem de toplumun demokratikleşmesine açılan bir kapıdır. Belki de asıl devrim, tam da burada başlar: sevmenin dilini değiştirdiğimiz yerde, toplumun çehresi de değişir.

Evrensel işleyiş yasalarıyla paralellik

Toplumsal dönüşüm sadece ideolojik bir çaba değil, aynı zamanda zihinsel bir devrimdir. Kadın ve erkek arasındaki ilişki biçimi, bu devrimin en temel göstergelerinden biridir. Abdullah Öcalan’ın ortaya koyduğu özgür eş yaşam paradigması, klasik evlilik kurumunu, ataerkil aşkı ve mülkiyet temelli duygusal bağımlılıkları reddederken, aynı zamanda evrenin işleyişini temel alan daha derin bir ilişki modelinin de kapısını aralar. Tam bu noktada jineolojiyle kuantum felsefesi arasında kurulacak düşünsel köprü, özgürlükçü toplumsal yaşamın yeni kodlarını anlamamıza yardımcı olur.

Kuantum fiziği, maddeye ve enerjiye dair bildiğimiz tüm kesinlikleri sarsar. Orada nesne yoktur, özne de. Merkez yoktur, sabitlik yoktur. Her şey ilişkiseldir, etkileşim içindedir, anlıktır ve sezgiseldir. Bu yaklaşım, sosyal yaşamı anlamamızda da dönüştürücü bir güç taşır. Kadın ve erkek, özünde parçacık ve dalga gibi birbirine dolanık varoluşlardır. Ne biri diğerine üstün ne biri diğerine bağımlıdır. Aralarındaki bağ, tahakküm değil tamamlayıcılık ilkesine dayanır. İşte kuantumda dolanıklık ne ise, toplumsal yaşamda sevgi, yoldaşlık ve dayanışma da odur.

Tıpkı kuantumda parçacık ile dalga özelliğinin uyumlu varlığı gibi, kadın ve erkek arasındaki ilişkide de bireysellik ile birlikte yaşama arzusu dengelenmelidir. Sosyalizm de tam burada devreye girer: bireyin özgünlüğünü bastırmadan, toplumsal uyum ve dayanışmayı esas alır. İlişkideki “kuantum uyumu”, sosyalizmin özündeki eşitlik ve karşılıklı emek ile örtüşür. Hiç kimse bir diğerini ezmez, yok saymaz ya da tanımsızlaştırmaz. Her iki taraf da hem birey olarak değer görür hem de birlikte bir yapı—bir "sistem"—oluşturur. Sosyalist bir aşk, karşılıklı sorumluluk ve paylaşım içinde şekillenir: tıpkı kuantum düzeyde bağlı ama özgür kalan parçacıklar gibi… Ne mülkiyet vardır ne tahakküm; sadece birlikte var olma hali, paylaşarak büyüme arzusu ve birbirinin sınırlarına duyulan sonsuz saygı.

Kaynakça yerine: Bu yazı, Abdullah Öcalan, Nagehan Akarsel, Simone de Beauvoir, Michel Foucault, Fritjof Capra gibi düşünürlerin ilgili eserlerinden ilham alınarak kaleme alınmıştır.