ELDH Eş Genel Sekreteri: Barışın sağlanabilmesi için gereken yasal düzenlemeler yapılmalı-SÖYLEŞİ
ELDH Eş Genel Sekreteri Ceren Uysal, ‘Abdullah Öcalan’a Özgürlük, Kürt Sorununa Çözüm’ kampanyası kapsamında yürütülen faaliyetleri değerlendirerek, barışın sağlanabilmesi için gereken yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğine dikkat çekti.

EVRİM RONAHÎ
Haber Merkezi- Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğünün sağlanması için 10 Ekim 2023’te başlatılan, ‘Abdullah Öcalan’a Özgürlük Kürt Sorununa Çözüm’ kampanyası kapsamında dünyanın çok sayıda ülkesinde çeşitli konferanslar, kitlesel eylemler, çağrılar ve toplantılar yapıldı. Özellikle Abdullah Öcalan’ın dostları tarafından örgütlenen bu etkinlikler, hem Kürt Halk Önderi’nin İmralı Cezaevi’nde ağır tecrit koşullarında tutulmasını hem de Kürt halkına dönük soykırım politikalarını gündemleştirerek, Abdullah Öcalan’ın fiziksel özgürlüğünü amaçlıyor.
Brüksel’de 5-6 Şubat tarihlerinde Rojava Halklar Mahkemesi, 26- 27 Mart tarihlerinde Avrupa Parlamentosu’nda yapılan, ‘Avrupa Birliği, Türkiye, Ortadoğu ve Kürtler’ adıyla, 11-12 Nisan tarihlerinde Roma’da ‘Abdullah Öcalan’a Özgürlük Kürt Sorununa Çözüm’ konferansları gibi etkinlikler yapıldı.
Genel olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta Barış ve Demokratik Toplum çağrısının etkilerini, Avrupa’da yapılan konferansları ve alınan kararları; Avrupa’da Demokrasi ve Dünya’da İnsan Hakları için Hukukçular Derneği (ELDH) Eş Genel Sekreteri ve İnsan Hakları Avukatı Ceren Uysal ile konuştuk.
*10 Ekim 2023 tarihinde “Abdullah Öcalan’a Özgürlük Kürt Sorununa Çözüm” Kampanyası uluslararası düzeyde başladı. Kampanyanın ilk sürecinden bu yana önemli çalışmalarda yapıldı. Bu çalışmaları hatırlatabilir misiniz? Neler yapıldı? Nasıl bir etki yarattı?
Eş genel sekreterliğini yürüttüğüm kurum olarak çok öncesinden başlayarak, Sayın Abdullah Öcalan ile ilgili süre gelen ve bütün toplumun üzerine de yayılan tecrit politikası karşısında bir dizi hukuki girişim ve kampanya yapmıştık. Bizim açımızdan sürecin daha da hızlandığı dönem esasta geçtiğimiz yıl Nisan ayında Brüksel’de düzenlediğimiz, ‘Politik Tutukluluk ve İmralı’ üzerine yaptığımız bir konferans oldu. Oraya Avrupa’nın her ülkesinden hatta Filipinler’den vs hukukçular katıldı. Avrupa Parlamentosu’nda 200’e yakın bir katılım söz konusuydu. Orada tecridin nasıl bir işkence aracı olduğu, bu sorunun çözümü için yapılması gerekenler, açık bir tartışma ile yürütüldü. Buradan sonra politik tutsaklar ile ilgili hukukçular ağı diye bir ağ oluşturduk. Bu ağ bir dizi alanda, bir dizi konuda kampanyalar yürütme iddiasıyla bir araya geldi. Öncelikle Türkiye’deki hukukçuların İmralı’da görüş hakkı çerçevesinde yaptıkları başvuruyu güçlendirecek bir başvuru örgütledik. Bu kapsamda bütün dünya genelinde bu kampanya yürütüldü. Amerika’dan Güney Afrika kıtasına kadar çok sayıda hukukçu yani 2 bine yakın avukat doğrudan hem Türkiye’deki meslektaşlarının İmralı’da ziyaret yapabilmelerini talep ettiler hem de Türkiye’deki mevzuatın kendisi izin verdiği için onlarda avukat olarak görüş yapma talebinde bulundular. Tabi bu başvurumuza bir yanıt gelmedi. Adalet Bakanlığı bir görüş yasağı olmadığı gibi bir yanıt verdi.
Yapılan asıl faaliyetse sürekli olarak Avrupa İşkence ve Kötü Muameleyi Önleme Komitesi’ne (CPT) başvuru yapmak. Ne yazık ki CPT’nin yıllardır Türkiye ile ilişkili raporlarını yayınlamaması, bu konuda kendi tespitlerine rağmen sürecin arkasını takip etmemesi, uluslararası hukuk camiası açısından da son derece eleştirilen bir konu. CPT’ye mektuplar yolladık ve defalarca başvurularda bulunduk. Bu bizim yaptığımız başka bir çalışmaydı. Bununla birlikte konu üzerine çok sayıda seminer ve bilgilendirme hazırladık şimdi bir yandan hala uygulanmayan AİHM kararları çerçevesindeki 9’a 2 başvurularını da desteklemeye çalışıyoruz. Zira Türkiye’deki ağırlaştırılmış müebbet hapis rejiminin kendisi tüm uluslararası hukuki düzenlemelere ve Türkiye’nin tarafı olduğu konvansiyonların hepsine aykırı bir uygulama. Tam bir rehin mantığı ile oluşturulmuş hukuki mekanizma. Bu mekanizmanın dönüştürülmesine de katkı sağlamaya çalışıyoruz hukuki bilgimizle, çerçeveyi de bu şekilde özetleyebilirim.
*1 Ekim’de MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin “Abdullah Öcalan gelsin mecliste konuşsun” söylemi sonrası kimi gelişmeler yaşandı ve son olarak da Kürt Halk Önderi 27 Şubat’ta “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” yaparak farklı bir döneme işaret etti. Türk devletini, iktidarı bu noktaya ne getirdi sizce. Uluslararası yürütülen kampanyanın bu konuda nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?
Öncelikle bu sorunun tek boyutlu bir yanıtı yok. Türkiye’yi bu noktaya getiren tek bir şey yok. Şöyle başlamak istiyorum Devlet Bahçeli’nin ağzından umut hakkı ifadesini duymak son derece önemli bir kazanım bizim açımızdan. Bu zamana kadar devletin varlığını reddettiği hak esasta artık tartışılamaz biçimde tanınmış oldu. Üstüne Bahçeli’nin tecrit demesi de bizim yıllardır altını çize çize söylediğimiz ve her şekilde ret ile karşılanan bir olgunun mecliste ifade edilmesi anlamına geldi. Bunu ilk duyduğumuz an itibariyle esasta yürütülen bir dönemli kampanyanın değil ama yıllara yayılmış şekilde sistematik olarak gerek hukuki gerek toplumsal mücadele özneleriyle gerekse farklı farklı alanlarda örgütlenmiş demokratik kurumların çabasıyla olduğunu görebiliyoruz. Yine yurt dışında aklınıza gelebilecek her ülkede var olan dayanışma örgütleriyle yürütülen, hiç kesintiye uğramayan, bütünsel bir sürecin, bir iradi duruşun, bir noktada, sonuç alabilmeye yaklaşması olarak yorumlamak gerekiyor. Elbette dünya genelinde yaşanan özellikle bölgede yaşanan sürecinde bir etkisi olmuştur diye düşünüyoruz. Bir şekilde devlet mekanizması bu sorunu çözmeden devam edemeyeceğini gördü. Umuyoruz ki bunun gereğini yapacak ve somut adımlarını da atacak.
*27 Şubat Çağrısı birçok kesim tarafından sahiplenildi. Destek mesajları gelmeye devam ediyor. Türkiye ve Kürdistan ile de bu destek sınırlı kalmadı. Uluslararası düzlemde çağrı nasıl karşılandı? Tepkiler nelerdir?
Biz önce ne yaptık, bununla başlayacağım. Çağrı gelir gelmez öncelikle çok pozitif olarak karşılandı, hem kendi çalıştığımız hukuk kurumu içerisinde hem de yan yana çalıştığımız diğer hukuk örgütleri içerisinde. Bizim ilk yaptığımız şey hemen konuyla ilgili olarak bir açıklama yapmak oldu. Zira sayın Abdullah Öcalan tarafından yazılan deklarasyon, yazılan metin çok net bir şekilde artık Türkiye’de çatışmasız bir toplum yapısına ihtiyaç olduğunu ortaya koyan ve bu konuda hem sayın Öcalan’ın hem de yıllardır bu mücadele içerisinde yer alan öznelerin kendi üzerlerine düşeni yapmaya son derece hazır olduklarını belirten bir metindi. Herkes bilir ki bütün dünya da böyle olmuştur, barış süreci dediğimiz şey bir karşılıklılık ifade ediyor. Artık bu kadar büyük bir adım atıldıktan sonra çok açık ki ikinci adım atması gereken Türkiye devletiydi. Biz bu minvalde bir açıklama yayınladık hukuk kurumları olarak. Türkiye devleti gerek mevzuat düzenlemeleri gerek bu barışın gerçekten tesis edilebilmesi için bir ortamın hazırlanması adına gereken adımların atılması, aynı zaman da sayın Öcalan’ın bu süreci sağlıklı yürütebilmesi için üzerindeki bu yoğun tecridin kaldırılarak sürece sağlıklı şekilde katılabilecek koşullarının yaratılmasını talep eden, bu ihtiyaca işaret eden bir açıklama yayınladık.
Aynı zamanda çok sayıda tanınmış Nobel Ödülü alan, daha önce farklı coğrafyalarda barış süreçlerinde aktif olarak yer almış kişiler, tanınmış siyasetçiler ve tanınmış hukukçuların imzasıyla bir açıklama daha organize ettik. Bu açıklama 27 Mart’ta Avrupa Parlamentosu’nda Nobel Ödülü almış bir kişi tarafından okundu ve kamuoyuna duyuruldu.
Barış ihtimalini güçlendirmeye çalışıyoruz. Zira Türkiye’de barış, Kürt sorununda barışçıl çözümün etkilerinin sadece Türkiye ile sınırlı olmadığını biliyoruz. Barışın bir hak olduğunu biliyoruz. Bu çerçevede bir pozisyon aldık ve elimizden geldiğince çabaladık. Ben kişisel olarak katıldığım son dönemki konferanslarda barış konusunun tartışıldığı platformlarda şunu gördüm; İtalya’dan Bask ülkesine, Güney Afrika’dan Arjantin’e kadar dünyanın hemen hemen her ülkesinde bu çağrı büyük bir heyecan yarattı. Dünyanın farklı halklarının mensupları şu an bu çağrının güçlü bir şekilde hayata geçirilebilmesi için ellerinden geleni yapmaya çalışıyor. Dediğim gibi burada öncelikle Türkiye devletinin, toplumun tamamının hakkı olan bu barışın sağlanabilmesi için üstüne düşenleri samimi bir şekilde hızlı bir şekilde daha fazla zaman kaybetmeden ve böyle bir fırsat varken böyle de bir çağrı sayın Öcalan’dan gelmişken onunda sürece doğru şekilde katkı yapabileceği zemini yaratarak çalışmaya başlaması gerekiyor.
*Barışın kalıcı tesisi için çalışan en önemli isim Abdullah Öcalan. Fakat ağır tecrit koşulları devam ediyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Tecrit kelimesini her cümle içinde kullandığımızda tecrit işkencesi dememiz gerekiyor. Öncelikle bunun işkence olduğunu hiç unutmamamız gerekiyor. Yine buradaki Türkiye’nin kendi anayasası da dahil olmak üzere imzacısı olduğu, bağlı olduğu, bütün uluslararası konvansiyonlara aykırı bir şekilde Türkiye’nin kişiye özel bir hukuki rejim uyguladığının altını çizmek gerekiyor.
Bizim hukuken ve toplumsal mücadele bağlamıyla tecridi tartışmaya, kınamaya bunların değişmesi için mücadele etmeye zorunlu olduğumuzu görelim çünkü bu bir işkence, bir kişiye sistematik bir şekilde uygulanan bir işkence. Ne yazık ki çağrı sonrası her birimiz açısından beklentiler çok yüksek olmasına rağmen devlet yetkilileri tarafından bu tecridin ortadan kaldırılması, tecrit işkencesinin bitirilmesi yönünde henüz somut adımlar atılmadı. Delegasyonun görüşmeleri en azından bizim bilebildiğimiz kadarıyla kamuoyuna yansıyabildiği kadarıyla hala sınırlılık içeriyor. Kimi devlet yetkilileri barış diline uymayan pervasız açıklamalar da yapabiliyor. Biraz önce söylediğim gibi Türkiye gerçekten barış istiyorsa hükümet ve devlet yetkilileri bir an önce bunun somut göstergesi olarak sayın Öcalan’ın barışın sağlanabilmesi için çalışabileceği, katkı sunabileceği, bu tecrit ve işkenceyi sona erdirmesi gerekiyor. Bu uygulamanın hukuka aykırı olduğunu, işkence olduğunu sadece biz söylemiyoruz. CPT’nin bir önceki İmralı ziyaretini içeren raporunda da bu tespitler vardı. Bu açıdan artık bu süre gelen hukuksuzluğu ve işkenceyi sona erdirmek, barış iradesi konusunda samimi bir yaklaşım olup olmadığını görmemizi sağlayacak en önemli unsur.
*Uluslararası çok önemli çalışmalar yaptınız son aylarda. Bu konferans ve çalışmalarda çok önemli kararlar aldınız, bu kararlar hangi gerekçelerle alındı. Önümüzdeki süreçte bu kararların hayata geçirilmesi için nasıl çalışmalar yürütülecek. Yapılan bu çalışmaların sürece etkileri nelerdir?
Önce Rojava için Türkiye üzerine yapılan tribünale dair birkaç şey söylemek istiyorum. Üç ayrı suçtan Türkiye yargılandı; insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve işgal saldırganlık suçu. İki gün boyunca çevresel tahribattan politik cinayetlere ve bu cinayetlerin toplumsal cinsiyet rolleri ile ilişkisine, çocukların katledilmesine, eğitim kurumlarının yerle bir edilmesine aklınıza gelebilecek tüm ihlallere ilişkin çok kapsamlı dosyalar delilleri ile birlikte sunuldu. Rojava’dan tanıklar dinlendi, doğrudan bu saldırganlığın raporlamasında yer almış, bizzat saldırının hedefi olmuş, yaralanmış, gözünün önünde bunları yaşamış ve gözlemlemiş kişiler. Bu açıdan çok tarihi, hukuki bir çalışmaydı bu. Çıkan karar bir dizi öneri yapılması gerekenler listesi de içeriyor. Bu açıdan hukuki tespit yapmakla kalmıyor, gerek BM mekanizmalarına, Avrupa Parlamentosu’na gerekse başka birçok kuruma Türkiye’nin hesap vermesi için üstlerine düşen görevleri yerine getirmeleri gerekenleri listeliyor. Benim önemsediğim temel başlıklarından bir tanesi ise uluslararası kurumlara, uluslararası demokratik kurumlara, süreci takip eden duyarlı kesimlere yaptığı çağrıydı. Orada çok net bir şekilde esasta Rojava’da yaşanan saldırıların hesabının sorulabilmesi için hatta bugün bile Türkiye’nin saldırılarının devam ettiğini biliyoruz. Bu saldırıların önüne geçilebilmesi için hepimizin üzerine düşen sorumluluğa dikkat çekmesini çok önemli buluyorum. Gerçekten gerek Türkiye’de barış gerek Rojava’nın bugün Kürt kazanımlarının korunması hepimizin ortak sorumluluğu. Bu sadece hukuki bir sorun değil, bir kesimin mücadelesiyle başarıya ulaşabilecek bir şey değil. Bizim sorumluluğumuz var. Bizim bu sorumluluğumuzun gereğini yapmak, insan olmanın yarattığı bir sorumluluk. Bu anlamda çok önemli buluyorum.
Nobel Barış Ödülü tartışması
Roma’da esasta hem bu zamana kadar İmralı’daki tecridin kırılması için farklı farklı coğrafyalarda kampanyalar yürütmüş, dünyanın birçok başka yerinden insan bir araya gelerek bu kampanyaların arka planındaki amacı tarif ettiler. Birtakım konuklar üzerinden Türkiye’deki barış sürecinin kapsamı ve yine umut hakkının çerçevesi üzerine çok anlamlı ve detaylı tartışmalar yürütüldü. Son derece katılımcı biçimde yürütülen tartışmalar ile alınan bu kararları şöyle ortaklaştırabilirim; öncelikle Türkiye’de bir süreç yürüyor, bu süreç bir zaman alabilir ama biz bu sürece nasıl katkı yapabiliriz? Bu sürece katkı yapabilmek için öncelikle barış dilini güçlendirmek gerekiyor. Meşruluğunu ortaya koyabilmek için 1 Eylül günü bu açıdan tarihsel bir günü ifade ediyor. Bu şekilde bir tartışmanın sonucunda belirlendi. Nobel barış ödülü tartışması, 27 Şubat’ta yapılan deklarasyonun kendisi o kadar güçlü bir şekilde barış ihtiyacını ortaya koyuyor ki Nobel Barış Ödülü’nün bu çağrıyı yapan kişiye verilmesinin tartışılması kadar olağan bir şey olamaz. Bunu gerekçelendirmek bile züldür. Dünyada her şeyin savaş diline döndüğü bir dönemde bu çağrı bütün bunların aksine bir çağrıyı ifade ediyor, dünyanın geneli açısından barışı temenni eden bir çağrıyı ifade ediyor. Bu yüzden bunun çok anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Bir şekilde böyle bir ödülün verilebilmesi, aynı zamanda uluslararası kamuoyunun barışa yapabileceği çok büyük bir katkıyı da gösterecek. Bu yüzden bunun çalışmalarının da yürütülmesine karar verildi. Bu çalışmaların her biri farklı kanallardan yürüyecek. 1 Eylül herkesin bulunduğu yerden katkı sunabileceği global eylem gününü ifade ederken, Nobel adaylık süreci kendi mekanizmaları içerisinde kendi yöntemiyle yürütülecek. Ama bence asıl ortaya çıkan iradenin şu olduğunun anlaşılmasını isterim. Hiç kimse şu ruh halinde değil, evet bir barış süreci yürüyor, biz de çekilelim nasılsa süreç yürüyor. Herkes aksine bu sürecin kalıcı bir barışla sona erebilmesi için bu zamana kadar ki çalışmaların ve faaliyetlerin çok daha arttırılması, her cephede arttırılması, gerektiğinin bilincinde. O nedenle bu şekilde kapsamlı kararlar alındı.
*Bu çalışmaların dışında önümüzdeki döneme ilişkin planlamanız nelerdir? Farklı çalışmalar yapacak mısınız?
Birçok farklı çalışma olacak. Bunlardan bir tanesi Rojava kararının duyurulması ve bu karar üzerinden çeşitli uluslararası siyasi yapıların pozisyon almaları ve harekete geçmelerinin sağlanması. BM Suriye özel çalışma birimine karar tebliğ edilecek, AP’ye bu karar bildirilecek, birçok ülkede çeşitli etkinlikler ile bugüne kadar devam eden katliamları da anlatmaya devam edeceğiz. Bir yandan da bugün hala devam eden MAF-DAD’dan hukukçu arkadaşlarında üzerinde çalıştığı evrensel yargı ilkesine dayanarak çeşitli ülkelerde işlenen somut bazı suçların yargı alanına taşınması gibi çabamız var. Her ne kadar Türkiye Roma statüsüne taraf olmadığı için Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde belli açılardan kapıların kapalı olduğu bir pozisyonda olmakla birlikte yine de bu alanı da zorlamak gibi bir hedefimiz var.
Bunun kendisi esasta Türkiye demokratik kurumlarının da çaba harcayacağı bir yanı içeriyor. Çünkü Türkiye’nin Roma statüsüne de taraf olması da temel bir talebimiz olabilmeli, politik bir talep olabilmeli. Roma statüsüne taraf olmamak demek esasında özellikle Türkiye gibi saldırganlık suçunun sıklıkla işlemekle geri durmayan devletler açısından çok geniş bir cezasızlık alanı yaratıyor. Bu nedenle Türkiye’nin Roma statüsüne dahil olması için çalışmalarımızı yürüteceğiz, kampanyalar örgütleyeceğiz. Diğer yandan AİHM Türkiye için umut hakkı çerçevesinde grup kararının uygulanmaması konusunda da şu ana kadar meslektaşlarımız sayın Öcalan’ın avukatlarının ve birçok hak savunucusunun yürüttüğü 9’a 2 başvurusu diye bildiğimiz; Türkiye’nin AİHM kararlarını uygulamamaktan dolayı Türkiye’ye karşı başlatılmış olan sürece dönük ve Avrupa’daki ağırlaştırılmış müebbet uygulamalarının nasıl olduğunu ortaya koyan bir uzman görüşü de hazırlıyoruz. Bu anlamda çok katmanlı bir biçimde çaba harcıyoruz. Bu süreçte barış konusunda da üzerimize düşeni yapmaya devam edeceğiz.
Burada üstümüze düşen en temel rolün barışın bir insan hakkı olduğunu toplumların en temel haklarından biri olduğunu anlatmak, hatırlatmaktır. Bulunduğumuz tüm konferans ve seminerlerde buraya dikkat çekmek istiyoruz. Bir yandan Kürtçe dili ile ilgili çalışmalarımızı da sürdürüyoruz. Sadece Kürtçe dili ile ilgili de değil benzer tek dillik baskısıyla karşı karşıya olan halkların dilsel hakları üzerine de çalışmalarımızı yürütüyoruz. Bununla ilgili ELDH olarak bu yılın ikinci yarısında Avrupa Parlamentosunda konferans düzenlemek gibi bir hedefimiz de var.
*Son olarak ne söylemek istersiniz?
Bundan sonrasında da Türkiye ve Türkiye dışındaki bütün barış savunucularına barış isteyen herkese tek bir çağrımız var. Barış sadece istemekle olmuyor bu barışın gerçekleşebilmesi ve inşa edilebilmesi için üstümüze düşeni yapmamız lazım. Kimimiz küçücük bir şey yapabiliriz kimimiz daha büyüğünü yapabiliriz. Bu bizim kolektif çabalarımızla olacak ama esasta sorumluluk devlette ve mekanizmalarında. Bir an önce İmralı’daki tecrit işkencesine son verilmesi gerekiyor. Beraberinde paralel olarak çok hızlı bir şekilde barışın sağlanabilmesi için gereken yasal düzenlemelerin ve iklimin oluşturulması gerekiyor. Umarım ki daha güzel günler gelecek buradan bir sonuç alabildiğimiz koşulda.