Şengal’den Erivan’a: Êzidîler ulusal hafızanın bekçileri

Êzidî halkı Ermenistan’da “Qubê Mêrê Dîwanê ” tapınağında anma törenine katıldı. Bu katılım sadece bir buluşma değil; kimliğin yeniden yaratılması, dayanışmanın diriltilmesi ve bir halkın canlı tezahürüydü.

JINDA MANA

Ermenistan- 2025 yazının son günlerinin sabahında, bir saatlik yolculuğun ardından Ermenistan’ın başkenti Erivan’ın 35 km batısında, Armavir eyaletine bağlı Ermeni-Kürt köyü Eknaliç’e ulaşıyoruz. Yoğun trafik ve uzun araç kuyrukları hızımızı yavaşlatmıştı. “Qubê Mêrê Dîwanê ” tapınağında henüz anma töreni başlamadan, çoğunluğunu Êzidî Kürtlerin oluşturduğu büyük bir kalabalık buraya akın etmişti.

Tapınağın ana girişine bin metreden fazla bir mesafe kala, yol adeta kültürel ve simgesel bir pazara dönüşmüştü; seyyar satıcıların tezgâhları Êzidîlerin görsel ve ritüel hafızasının parçalarını taşırken, kutsal mekâna adım atmadan önce ziyaretçiyi sembollerin, hatıraların ve kimlik işaretlerinin kucağına bırakıyordu. Satıcılar yere halılar sermiş ya da küçük çadırlar kurmuş, yan yana dizilmişlerdi; sattıkları her eşya uzun bir tarih, direniş, acı, inanç ve güzelliğin hikâyesini anlatıyordu.

Her şey soykırıma karşı direnişi hatırlatıyor

Êzidî inancının kutsal temel simgesi olan Meleke Tavus’un heykelleri, çeşitli boyutlarda ve farklı malzemelerden yapılmıştı; oymalı ahşaplardan, güneş ışığında parıldayan altın ve lacivert tonlarında metal örneklere kadar çeşitleniyordu. Êzidî inancının en eski kozmik sembollerinden olan altın güneş motifleri, tarihsel bir ışık gibi sergi stantlarının duvarlarına asılmıştı. Kırmızı, sarı ve beyazdan oluşan üç renkli Êzidî bayraklarıyla birlikte, her esintiyle soykırıma karşı direnişi hatırlatıyordu.

Canlı bir kültürel diyalog alanı

Güneş ve Tavus motifleriyle süslenmiş el yapımı takılar, Êzidî sanat geleneklerinden beslenerek kadife kumaşların üzerinde sergileniyordu. Ziyaretçilerin hatıra olarak götürebileceği küçük Laleş tapınağı heykelcikleri, Şengal’de katledilenlerin fotoğraflarını taşıyan kartlar ve Êzidîlerin tarihini anlatan kitapçıklarla yan yana duruyordu. Bu pazar yalnızca alışveriş yeri değil, kimliğin yeniden tanınması ve canlı bir kültürel diyalog alanıydı. Burada diller birbirine karışıyor, anılar el değiştiriyor, her eşya tarihin kenarlarından yükselen bir çığlık oluyordu.

Kültürel birlikteliğin sembolü

Ermeni komutan Andranik Ozanian’ın heykeli, direnişin bir anıtı gibi dimdik duruyordu; yalnızca bir savaşçıyı değil, Ermeni halkının kolektif hafızasındaki derin ve unutulmaz yarayı da hatırlatıyordu. 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı, sistematik imha ve yok etme planlarının mağduru olan halkını savunmak için silaha sarılmıştı. Onun heykelinin yanında, Êzidî güneşiyle iç içe geçmiş Ermeni haçı bulunuyordu. Bu, soykırımın, sürgünün ve baskının acısını tatmış iki halkın dini ve kültürel birlikteliğinin sembolüydü. Bu sadece sanatsal bir ifade değil, din maskesiyle binlerce Kürt ve Ermeni kadın ve çocuğu ateşe atan, uygarlıkları kül eden o imparatorluğa karşı sessiz bir çığlıktı. Bugün bu heykel ve haç, sadece tarihsel eser değil, adaletin zorunluluğunu hatırlatan, ortak acının ve halkların derin bağlarının sembolüdür.

Kürdistan tarihinin unutulmuş katmanlarına yolculuk

Birbirinden tarih ve anlatılarla yüklü heykellerin yanından yavaşça geçerken, sanki her biri yüzyıllardır birinin gelip durmasını, dinlemesini bekliyormuş gibiydi. Taşlar dile geliyor, görkemden acıya, direnişten ihanete kadar resmi tarihin sustuğu şeyleri anlatıyordu. Her heykel sadece bir sanat eseri değil, bitmemiş bir geçmişin yaşayan belgesiydi: kimi zaman bir kadının silueti, kimi zaman bir komutanın çekilmiş kılıcı, kimi zaman da bir çocuğun kederli yüzü. Bu yol, heykellerin arasından geçen bir geçit olmaktan çok, Kürdistan tarihinin unutulmuş katmanlarında bir yolculuktu; sessiz taş oyuklarında gerçeğin çığlık attığı bir yolculuk.

Dünyanın en büyük Êzidî tapınağı

Az ileride, beyaz kubbeli “Qubê Mêrê Dîwanê” (Kubbe Mêrê Dîwan) yemyeşil bir alanın ortasında elmas bir mücevher gibi görünüyordu. 2019 Eylül’ünde açılan bu yapı, dünyanın en büyük Êzidî tapınağıdır. Güney Kürdistan’daki kutsal Laleş’ten bile büyüktür. 25 metre yüksekliğinde olan tapınak, ortada bir ana kubbe ve etrafında yedi kubbeden oluşuyordu. Yanında bir dinî okul ve müze yer alıyordu. Tapınak, Êzidî teolojisinin merkezi olan Tavus Melek ve Yedi Melek’e adanmıştı; kubbeler altın güneş motifleriyle süslenmişti. Mimari tasarımı, Êzidîlerin en kutsal mekânı olan Laleş’ten ilham alınmıştı.

Burada ölüm bir son değil

Tapınağın hemen yanında Êzidî mezarlığı bulunuyordu. Görünürde huzurlu olan bu mezarlıkta, mezar taşlarına işlenmiş tam boy fotoğraflar sanki ölüm ve zamanı aşarak benimle konuşuyordu. Her fotoğraf yarım kalmış bir hikâyeyi anlatıyordu: çocukluk hayallerini yaşayamadığı anlaşılan bir kız, yaşlanamadan bir kuşağın yükünü taşımış bir kadın ya da erkek… Rüzgâr mezar taşlarının arasında uğuldarken, orada yatanların sesini taşıyordu. Burada ölüm bir son değil; hafıza ile unutuluş arasında başka bir yaşam biçimiydi.

Biz hâlâ buradayız’

Bir anda hoparlörlerden yükselen neşeli bir müzik, mezarlıktaki yalnızlığımı böldü ve kalabalıkla birlikte tören alanına yöneldim. Beyaz Kürt giysileri giymiş kadın ve çocuklar, saflığı ve yeniden doğuşu simgeliyordu; rüzgârda dalgalanan rengârenk başörtüleri ise tarihten yükselen bir çığlık gibiydi. Bu renkler yalnızca süs değil, geçmişin yasını, hayatta kalmayı ve ölüme karşı direnişi anlatıyordu. Belki anneleri bir zamanlar dağlarda IŞİD’den saklanmış olan çocuklar, şimdi güneşte gözlerinde hem umut hem de ağır bir hafıza ile yürüyordu. Êzidî kadınlarının bu canlı bedenleri, tek bir mesaj taşıyordu: “Biz hâlâ buradayız.”

Kalabalık saatler içinde katlanarak büyümüştü; dört bir yandan Kürtçe ezgiler yankılanıyor, özgürlük, onarım ve kurtarılmış toprakların kokusunu taşıyordu. Kadınlar rengârenk elbiseleriyle, erkekler şal u şapik giysileriyle, çocuklar parlayan gözleriyle halay halkaları oluşturmuş, yere vurdukları adımlarla sanki toprağı uyandırıyor, işgalin ve korkunun cesetleri üzerinde dans ediyor gibiydiler. Bu yalnızca bir dans değildi; hayatın geri alınışı, direnişin ve unutulmaya karşı mücadelenin canlı bir sahnesiydi.

Yeniden doğuş ve umut konuşuldu

Saatlerce süren coşkulu halaylardan sonra kalabalık, tören alanının merkezine yöneldi. Görkemli bir sessizlik çöktü; bu, suskunluktan değil, saygı ve beklentiden doğan bir sessizlikti. Konuşmalar başladı. Önce Êzidîlerin ruhani lideri “Baba Çaviş” söz aldı; yüzünde vakar, sözlerinde hem hüzün hem umut vardı. Êzidîlerin tarih boyunca yaşadığı acılardan, kuşakların omuzlarında taşıdığı kolektif hafızadan, ruhu hedef almış felaketlerden ve bu mirası yaşatma zorunluluğundan söz etti.

Ardından Êzidî Ruhani Konseyi üyeleri konuştu. Şengal trajedisine, ihanete ve dünya çapındaki sessizliğe değindiler; fakat aynı zamanda yeniden inşa, hayatta kalma ve kök salmanın önemini vurguladılar. Sözcükleri tarihin unutuluş çukurundan çekip çıkaran bir kanca gibiydi. Ardından yeniden müzik ve şarkılar yükseldi; bu kez yalnızca neşe için değil, isyan, varlık ve direniş için. Def ve temburun sesi, halkın sağlam adımlarıyla birleşti; artık yalnızca dans değil, hayatın kendisi sahneye dönmüştü.

Kimliğin yeniden yaratılması, dayanışmanın diriltilmesi...

Bu görkemli törene dünyanın dört bir yanından Êzidîler katılmıştı; Avrupa’nın birçok ülkesinden, Rusya’nın şehir ve köylerinden, Kafkas dağlarından, Güney Kürdistan’ın ovalarından, Rojava’nın direniş mevzilerinden, Bakur’un evlerinden. Her biri kendi lehçesi, kıyafeti ve anısıyla buradaydı; ama ortak bir acı ve yürekle. Bu katılım sadece bir buluşma değil; kimliğin yeniden yaratılması, dayanışmanın diriltilmesi ve bir halkın canlı tezahürüydü.

Şengal’e yönelik IŞİD saldırısı binlerce Êzidî kadın ve çocuğu esir etti, taciz ve tecavüze maruz bırakırken ölüme mahkûm etmiş, dünya ise seyretmekle yetinmişti. Êzidîler yalnızca sevdiklerini değil, kültürel, dini ve tarihsel varlıklarının da bir parçasını kaybettiler. Ermenistan’da inşa edilen bu tapınaklar, tarihsel göçlerle buraya sığınan Êzidî toplumu için kolektif ruhu yeniden canlandırma, dini hafızayı onarma ve defalarca sürgün edilmiş bu halkın, hem sürgün yeri hem sığınak olan bu coğrafyada kök salma çabasıydı.