İran’da kadınların ‘itaatkâr yaşama’ karşı isyanı

İran İslam Cumhuriyeti'nde kadın bedeni, kimliğin oluştuğu ilk anlardan itibaren iktidar araçlarıyla çevrelenmiştir; bu kontrolün en sembolik tezahürlerinden biri de kız çocuklarının bisiklete binmesinin yasaklanmasıdır.

ŞİLAN SAQİZÎ

Haber Merkezi - İran’ın birçok bölgesinde kadın olmak, daha çocuk yaşta başlayan bir kontrol sürecinin parçasıdır. Kadın bedenleri, “bisiklete binmek”, “kıyafetini düzeltmek” ya da “yüksek sesle gülmemek” gibi uyarılarla, kültürel, dini ve politik sınırların çizildiği bir alan hâline gelir.

Bu yazı, konuyu ahlaki bir çerçeveden değil, bu yasakların ardındaki güç ilişkileri üzerinden ele alıyor. Kadın bedeninin çocukluktan itibaren nasıl disiplin altına alındığını, itaatkâr ve denetim altında bir konuma nasıl yerleştirildiğini inceliyor. Ayrıca bisiklet ve motosiklet yasağından ehliyet verilmemesine kadar kadınların hareket özgürlüğünü kısıtlayan politikaları, çocukluktan yetişkinliğe kadar süren kültürel ve ailevi baskıları ve tüm bu görünüşte “gündelik” yasakların aslında çevre bölgelerde kadınlar için itaatkâr bir yaşam biçimi yaratan daha geniş bir sistemin parçası olduğunu ortaya koymayı amaçlıyor.

İran İslam Cumhuriyeti’nde kadın bedeni, cinsel kimliğin oluştuğu ilk andan itibaren iktidarın denetimi altındadır. Bu kontrolün en belirgin örneklerinden biri, kız çocuklarının bisiklete binmesinin yasaklanmasıdır. Kültürel ve dini bir gerekçeyle sunulan bu yasak, aslında kadın bedeninin kamusal alandan dışlanması, hareket özgürlüğünün kısıtlanması ve bağımsızlığın engellenmesi için kullanılan bir araçtır. Bisiklete binmek yalnızca bir spor ya da eğlence değil, aynı zamanda “bağımsız hareket”in sembolüdür, tam da ataerkil düzenin ve otoriter devletin tehdit olarak gördüğü şey. Bu nedenle kadınlar, küçük yaşlardan itibaren hem fiziksel hareket alanları daraltılan hem de dolaylı bir mesajla karşı karşıya kalan bireyler hâline gelir.

Kadın ve kız çocuklarının kısıtlanması

Bu kısıtlamalar yalnızca bisikletle sınırlı değildir. Sporda uygulanan cinsiyet sansürü, “örtünme” gerekçesiyle getirilen yasaklar, kadınların stadyumlardan uzaklaştırılması ve hatta spor tesislerinde görülen ayrımcılık, kadın bedenini kamusal alandan çekip kontrollü duvarların içine hapseden bir güç mühendisliğinin parçasıdır. Bu açıdan bisiklet, yalnızca bir araç değil; hareket etme, seçme ve var olma hakkının bir sembolüdür. Tam da bu nedenle, kız çocuklarından sistematik biçimde esirgenmektedir.

Amaç, kadın bedeninin kontrol altına alınması

Özellikle çevre bölgelerde kadınların hareketine getirilen kısıtlamalar, yalnızca fiziksel yasaklarla sınırlı değildir; aynı zamanda “itaatkâr bir yaşam” üretmeyi hedefleyen sistematik bir mekanizmanın parçasıdır. Bisiklete binme, motosiklet kullanma ya da ehliyet alma üzerindeki bu yasaklar, sadece hareket özgürlüğünü engellemekle kalmaz; özgürlükçü düşünceyi bastırır ve cinsiyetçi iktidar düzenini pekiştirir. Bu yasaklar kimi zaman dini kurallar, kimi zaman da aile gelenekleri biçiminde karşımıza çıkar. Ancak hepsinin ortak noktası aynıdır: kadın bedeninin kontrol altına alınması. Çocukluğundan itibaren “koşma”, “tırmanma”, “bisiklete binme” uyarılarıyla büyüyen kız çocukları, zamanla ataerkil düzene uyum sağlayan, sınırları aşmayan bir kadına dönüşür. Bu kontrol mekanizmaları, pantolon giymekten bisiklete binmeye, motosiklet sürmekten ehliyet talep etmeye kadar en küçük gündelik eylemlerde bile kendini gösterir. Tüm bu örneklerde kadın bedeni, geleneksel ile modern, yerel ile ulusal, dini ile siyasi güçler arasındaki çatışmanın merkezinde yer alır.

İktidarın ürettiği itaat 

İran’daki son başörtüsü krizi, bu çatışmanın başlangıcı değil; yıllardır süregelen bir mücadelenin yoğunlaşmış sembolüdür. Ondan önce, ülkenin küçük ve marjinal şehirlerinde birçok kadın, sesleri duyulmadan bu yasaklarla yıllarca sessizce yaşadı. Bisiklete binme, ehliyet alma ve kendi bedeni üzerinde söz sahibi olma hakkından mahrum bırakıldılar. Bu kontrollü yaşamlar istisna değil; kadınların “hareket”inin her zaman izin, gözetim, kontrol ve tehdit gerektirdiği İran’ın cinsiyetlendirilmiş düzeninin temel bir parçasıdır. İktidar, itaati bu kısıtlamalar aracılığıyla yeniden üretir. Bu yapıda kadın bedeni, devlet, din ve ailenin kesiştiği bir yoğunlaşma alanına dönüşür. Kişisel ya da geleneksel tercihler gibi görünen uygulamalar, aslında utanç, ceza, yoksun bırakma ve aşağılamayla işleyen tarihsel bir tahakküm sisteminin ürünüdür.

Kalıcı hale gelen yasaklar 

Bisiklete binmesine izin verilmeyen bir kız çocuğu, yalnızca bir ulaşım aracından değil; aynı zamanda bedenine, alanına ve hareket özgürlüğüne sahip olma hakkından da mahrum bırakılır. Bu yoksunluk, bisikletin ona kazandırabileceği hız, özgürlük ve kendi kaderini belirleme duygusunun bastırılmasıyla birleştiğinde, kız çocuğunun geleceğini de şekillendirir. Aynı mantık, kadınların motosiklet kullanma yasağında da geçerlidir. Motosiklet, özellikle az gelişmiş bölgelerde temel bir ulaşım aracı olmasına rağmen, İran’ın teokratik yapısı tarafından kadınlara yasaklanmıştır. Bu durum, kadınların kamusal alanlardan, istihdamdan, eğitimden ve toplumsal hayattan doğrudan dışlanması anlamına gelir.
İktidar, kadın bedenini yalnızca açık şiddet yoluyla değil, aynı zamanda gelenek ve dine atfedilen “doğallaştırılmış” yasaklar aracılığıyla da kontrol eder. Zamanla kadınlar, bu kısıtlamaları içselleştirir; yasaklar görünmez ama kalıcı bir itaate dönüşür.

Kadınlar üzerindeki egemen siyasetin bir parçası

Sonuç olarak, bu kısıtlamalar istisna değil; kadınlar üzerindeki egemenlik siyasetinin bir parçasıdır. “İyi kadın”, “sadık kadın” ve “asil kadın” figürleri, hareketin sınırlandırılması ve bedenin disipline edilmesiyle üretilir. Bu süreçte, ötekileştirilmiş, göçmen ya da alt sınıftan kadınlar ise bu sert düzenin baskısını iki kat daha fazla hisseder. Sadece görünmez kılınmazlar; aynı zamanda görülme hakları da ellerinden alınır. Eğer hareket özgürlüğü insan varoluşunun en temel dayanaklarından biriyse, bu özgürlüğü kadın bedeninden esirgeyen politikalar yalnızca ataerkil değil, aynı zamanda sömürgecidir. Çünkü sömürgecilik her zaman toprak üzerindeki kontrolle başlar ve burada kadının bedeni topraktır.

Kadınlar kültürel ve ekonomik katılımdan dışlanıyor

Tahran, İsfahan ve Meşhed gibi büyük kentlerde motosiklet ehliyeti almak isteyen kadınlar, aylardır belirsizlik içinde bekliyor. Herhangi bir yasal yasak bulunmamasına rağmen, kurumsal ve idari yapılar sistematik biçimde ehliyet vermeyi reddediyor. Tam da bu noktada, “yazılı olmayan yasalar” devreye giriyor ve mevcut kontrol mekanizmasını koruyor. Bu durum, “tevazu”, “coşku” ya da “kamu yararı” gibi kavramların, kadınların yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda politik bir hak olan hareket özgürlüğüne erişimini engellemek için nasıl araçsallaştırıldığını ortaya koyuyor. Kamusal alanda hareket edemeyen her kadın, sosyal, ekonomik ve kültürel katılımdan da dışlanıyor. Bu dışlanma, kız çocuklarını itaatkâr, bağımlı ve eve bağlı kılmayı amaçlayan politikaların sürekliliğini sağlıyor.

Kadınlara yönelik yasaklar, basit kültürel veya dini kısıtlamalar değildir; bunlar, ataerkil-dinsel düzende “itaatkâr beden” üretmenin politik araçlarıdır. Bu yasaklar, kadın bedenini çocukluktan itibaren gözetim, suçluluk ve edilgenlik konumuna yerleştirir; böylece kadınlar, aktif bir varlık yerine savunmacı ve gizli bir durumda yaşamaya zorlanır. Çevre bölgelerde bu kontrol iki kat daha belirgindir; devlet, gelenek, aile, din ve hukuk aracılığıyla toplumsal düzeni istikrara kavuşturmak için kadınlar üzerinde baskı kurar. Hareket etme hakkı mücadelesi artık yalnızca kişisel bir talep değil; kadınları kendi bedenlerinden sürgün eden yapıya karşı yürütülen politik bir direnişin parçasıdır.

Köklü bir kırılma: Jin, Jiyan, Azadî 

İran’da kadınlara toplum tarafından dayatılan kısıtlamalar ve görünürlük sınırları, uzun süredir süren bir savaşı temsil ediyor: Gelenek, din ve iktidar mücadelesinin kesişiminde yürütülen bir savaş. Kadınların toplumsal yaşamına ve kamusal alandaki varlıklarına egemen olmaya çalışan çok sayıda güç, onları sürekli sınırlamaya çalıştı. Buna rağmen, kadınlar bu baskıya, boyun eğdirilmeye ve kısıtlamalara karşı uzun bir mücadele tarihi yaratmıştır. Bu mücadelenin zirvesi, “Jin, Jiyan, Azadî” devrimci ayaklanması sırasında yaşanan büyük canlanmayla görülmüştür; öyle bir dalga yarattı ki, öncesindeki tüm geleneksel ve gerici değerlerde köklü bir kırılma ve kopuş meydana geldi.

“Jin, Jiyan, Azadî” ayaklanmasının ardından kadınların toplumdaki farklı varlığı, büyük bedeller ödenerek elde edilmiş ve her geçen gün büyüyen bir haklar bütününün yalnızca bir parçası olmuştur. Bu sefer, kadınlar pes etmeyecek.