Çürüyüş...

İğrençliğin, bir çürüyüşün kokusuna doğru yürüyüp, devletin ve onun ürünü olan ailenin kirli politikalarının tanığı olmuş olan Narin (ler) e söz olsun ki, uyanan ve ayakta olan, örgütlenen kadınlar unutturmayacak ve hesabını soracaktır.

ARJÎN AMED

Sözün anlamı ile başlamalı; ruhumuzda, benliğimizde, dünyamızda yani bizde oluşturduğu etkilerini konuşmak adına, yaşadığımızın neye ve nasıl tekabül ettiğinin tahlilini yapma adına anlamdan başlamalı. Çürük ve yahut çürüme; 1’inci temelsiz kayıtsız kalmak, 2’nci vurulma veya sıkışma yüzünden vücutta lekeler oluşma, yıpranma, çökme, 3’üncü sağlamlılığını dayanıklılığını yitirmek. Beni düşünmeye sevk eden 4’üncü anlam ise; mikropların etkisi ile kimyasal değişikliğe uğrayarak, bozulmak, dağılmak. Tüm bu tanımlamaların karşısına tam da şu zamanlarda eksikliğini çokça yaşadığımız, hissettiğimiz bizde, dünyamızda derin boşluk oluşturan saflık, yalınlık, doğallığı koymak gerekmez mi sizce de?

Kapitalist modernite, yine erkek-devletin yarattığı insan biçimi, bünyesinde depoladığı mikropları ahlaklı olanın, güzel olanın, yaşanılır olanın üzerine saçıp, en zalimane en acımasız en çılgın halini almıştır. Kadının, oluşumunda en başat rolü aldığı, aklı ve duygusu ile beceri ve yeteneği ile milimi milimine dokuduğu bir toplumsallık, geçen her bir gün en özlenilen yanımız oluyor. Kadının erkeğin eli ile düşürülüşü ve yine onun aklı ile oluşa gelmiş devletli toplum yapılanması ile bin yılları alan kölelik sistemi halen topluma, halklara, kadınlara dayatılıyor. Klan, kabile, aşiret gelenekli toplum yapısının, insanın, hayvanın, doğanın yararına oluşturduğu her bir şeyi, kültür ahlak ve bunların oluşturduğu vicdan, erkek egemen sistem ve kapitalist modernitenin oluşturduğu birey-yapı tarafından özünden çıkarılıyor. Ve o zamandan bu zamana; kadın, çocuk, hayvan, doğa, güzellik denince akla gelen her şey bu çarkın dişleri arasında kalmıştır. İlk yaşayış biçimi, insanın o en iyi, en güzel bildiği, bir arada olma, beraber, kolektif hareket etme, birbiri ile paylaşma, üretme, yaratma, aynı şeylere sevinen ve aynı acıda canı yanan bir toplum iken yerine; kendi dünyası, kendi bireysel evreninden çıkamayan, hapsedilen, birbirine umarsız yaklaşan, görmeyen, duymayan, konuşmayan, SUSAN bir toplum konmaya çalışılıyor.

Bir arada yaşayarak; yaşamın özünü bizler oluşturduk

80’ler ve öncesi emekçiler, memurlar, öğrenciler, dernekler, örgütlü insanlar, hep ayakta, hakkın, eşitliğin, özgürlüğün peşinden giden, yaşanılabilir yarınlara dair umudu hep diri tutan bir toplum karakteri vardı. Ne olunuyor da adım adım kabuklarına çekiliyor insanlık ? Türkiyede AKP-MHP faşizmi yirmi iki yıldır en kirli emellerini Kürt soykırımı, kadın kırımı politikalarını derinleştirerek yapmaktadır. Kürt halkı ve ezilen tüm halkların önderi olan Önderliğimiz, “Kadın özgür olmadan, bir toplum özgür olamaz” deyip, bizlerin temel kurtuluş yolunun kadının özgür olmasından geçtiğini ortaya koydu. Faşist TC. devletinin yüz yıllardır politikası bu olduğu gibi özelde son on yıldır AKP-MHP faşist hükümetinin odak merkezi halini almıştır. Buradan beslendiği, buradan kendini büyüttüğü ortada ve bilinendir. Bunun gerçekliğin yanında toplumun istem ve taleplerini okuyamayan, doğru göremeyen, yine ezilen, yok edilen, eşitlik, hak hukuk, özgürlük, deyim yerinde ise kimliği, kültürü, özü ile var olmanın mücadelesini vermeye çalışan toplumlarında sözcülüğünü yaptığını iddia eden sahte bir muhalefet almış başını ne elinde bir pusulası ne de önünde rotası, Amedlilerin deyimi ile kendisine gidiyor. Bunlar bir yana, bir yana çünkü biz toplum olarak zaten en başta, devletten,tarikattan, sermayeden, feodalizmden erkeğin kirli aklının yarattıklarından çok önce yarattığımız bir yaşam ile var olan idik. Dili, kültürü, bir arada yaşayarak; yaşamın özünü, disiplinini, adaletini bizler oluşturduk. O halde biz kendimize (ben, sen, o) bakalım. Yitirdiğimizi görelim oluşturduklarımızın kaçta kaçı kaldı? Neleri gitti bir bilelim, bilelim ki kendimize, bize ait olana dönelim. Kürdistanda hemen her gün kadınlar ve çocuklar öldürülüyor iken, ne yazık ki T.C. basınının magazin ve sabah programlarına konu ettiği oranda akıllarımızda kalabiliyor. Ya da önce yapıp sonradan gidip suç mahalinde demokrasi oyunları oynadıklarında ‘ne oluyor’ diyoruz.

Narin’in ölümünde; devletin, ‘kutsal aile’sinin, erkeğin, çok açıktan izleri var

Kadın ve çocuk ölümlerine Agirîli Leyla’dan sonra geçen gün sekiz yaşındaki Narin de eklendi. İki kız çocuğu, iki en temiz, en güzel,en saf en doğal yanı insanın. Vahşetin, acımasızlığın, duygusuzluğun, hissizliğin varıp varabileceği veya akıllarımızın daha kötüsünü düşünemediği bir biçimi ile Narin de öldürüldü. Ölümünde devletin, devletin“kutsal aile”sinin, erkeğin, çok açıktan izleri var . Evet aile-devlet yek elden bir çocuğu öldürdüler. Hemen ardından bakanlar Tavşantepede ip gibi dizilir iken, her gün yok edilen ailesi için “adalet nerdesin” diye haykıran Emine Şenyaşar anneye neden cevap verilmiyor? Yoksa adalet bakanlığı ve aile bakanlığının kapsama alanının dışında mı kalıyor orası? Soruyoruz, Tavşantepe de Narin sizi hangi suçun üstünde yakaladı da canından edildi? Peşi sıra yirmi gün boyunca senaryoları dışında tek farklı kelime çıkmasın diye tüm köylü günlerce alı konulup istedikleri gibi de defter kapatıldı. Başrolde bir amcanın olduğu ve onun işlediği suça iştirakten abi ve bir de anne tutuklandı. Peki ya devlet ve onun kirli uzantılarının iştirakının cezası ne olacak ? Görülen o ki devletin, konu komşunun, hepsi akraba olan o köyün parmağı var. Herkesin karşısında hep beraber susmaya ant içtiği bir ölüm. Ve buna ortak edilmeye çalışılan bir kadınlık-annelik var. Biz Kürtlerin karşılaştığı en zor en dayanılmaz en tehlikeli anları için kullandığı, “Dê weledê xwe diavêne” diye bir deyimi vardır. Bu aşamaya gelinmiş ise bir insan, merhametinden, şefkatinden, fedakarlığından boşalmış onun için sadece “kendisi” vardır artık. İşte bundandır ki en acımasız en zor en tehlikeli zamanlardayız. Varsın devletin, erkeğin, siyasetin, tarikatın hatta en güzel arkadaşları ile en güzel oyunları oynadığı o köyün parmağı olsun. Bütün bu verili düzen ve yapılanmalar karşısında biz kadınlar, dün olduğu gibi bugün de hep direnen ve tüm kirlilikleri deşifre edenler olduk. Ve halen en önde kadın ve toplum katillerinin en büyük korkuları olmayı da sürdürüyoruz. Yeter ki orada kadın olanın, anne olanın parmağı olmasın. Kadının binlerce parçaya bölünüp metalaştırıldığı, doğamızın parsel parsel yakılıp talan edildiği, hayvanların yok edildiği, şairin deyimi ile “kuşların azaldığı” rahmimizde büyüyen çocukların param parça edilip derelerin derinliklerine konulduğu bu zamanın adı çürüyüş değil de nedir?

Birbirine sımsıkı tutunan yanımız, bize saldıranların kahrolduğu yerdir

Evet, çürüktür mideyi bulandıran ve de insanın kimyasını bozan. Ve bundandır ki bu zamanı midemiz kaldırmamalı, akıllarımız yerinden oynamalı ve bizler bu zamanlardan olmamalıyız. Susmamalı, hep olduğu gibi zorbanın zulmüne, tacizine, tecavüzüne, erkeğe, devlete ve onun ürünü olan verili aile şekillenişine karşı bin yılların katliam, soykırım, asimilasyon politikalarına direnen güçlü toplumsal bağlarımız ile diline ve kültürüne, yaşamına tutunarak gerisin geriye püskürtmeliyiz. Ve asıl hedeflenenin saldırılara geçit vermeyen güçlü hısım, akraba, toplumsallık bağlarımız, sosyolojimiz olduğunu bilmeliyiz. Birbirini sımsıkı tutan, birbirine sımsıkı tutunan yanımız, bize dönük saldıranların kahrolduğu yerdir. Hedef olan; kendini, yaşadığı sokağı, mahalleyi, köyü, ülkeyi, toplumunu savunan kültürümüzdür. Kürdistan’da Amed’de bir iğrençliğin, bir çürüyüşün kokusuna doğru yürüyüp, devletin ve onun ürünü olan ailenin kirli politikalarının tanığı olmuş olan Narin (ler) e söz olsun ki, uyanan ve ayakta olan, örgütlenen kadınlar unutturmayacak ve hesabını soracaktır. Bizi çürütmeye ant içenlere inat sokaklar, caddeler direnişin meskenleri olmaktan vazgeçmeyecektir. İpek’e, Gülistan’a, Pınar’a, Leyla’ya, Rabia’ya, Narin’e, bize yapılana karşı haykırarak, bilinçli ve özel geliştirilen soykırım politikaları karşısında örgütlülüğü daha da büyütmeliyiz. Toplumu ve yaşamı kirleten, bireysel, küçük dünyalı insanların yaşamlarının peşinden değil, bin yıllar öncesinden yaratılan büyük kültür, ahlak, vicdan değerlerinin savunucusu, koruyucusu olup kavgasını en önde vereni olalım. Olabiliriz, yeter ki politik ve ahlaklı bir toplum oluşturma adına büyük emek ve bedeller veren Önder Apo’nun deyimi ile “Biraz akıl, biraz vicdan, biraz da aşk olsun”.