İnançlar ve tek tanrılı dinlerin sentezi: Durzîlik- 1
1’inci Dünya Savaşı’nda emperyalistler, Ortadoğu’da çıkarları doğrultusunda sınırlar çizerek bölgede derin yıkımlara yol açmıştır. Birçok halk ve inanç topluluğu yapay sınırlarla bölünmüş, parçalanmış ve sistemin en zayıf halkası haline getirilmiştir.

Haber Merkezi- İnanç tarihine baktığımızda, doğal toplumla birlikte ortaya çıkan insan topluluklarının doğaya ve varoluşa yönelik inançları, onları mikro evren kılar. İlk dönemlerde, inanç ayrıştırıcı değil; toplumun tüm kesimlerini kapsayan bütüncül bir yapıda gelişmiştir. Toplumsallık geliştikçe, toplumlar genişleyip yayıldıkça, coğrafi koşullara ve yaşam standartlarına bağlı olarak inançlarda da farklılıklar oluşmaya başlamıştır. Ancak kök inançlara dayanan ve günümüze kadar ulaşan inanç sistemlerinin bâtınî (içsel) yönleri güçlüdür. Bu nedenle bâtınî inançların büyük çoğunluğu anacıl toplum inancının izlerini taşır; doğaya, evrenin oluşumuna ve insanın doğa-toplum ilişkisine dair bir anlayış barındırır.
Zaman içinde bu inançlar dönüşüme uğramış olsa da, kök inançların etkilerini günümüze kadar taşıyabilen yapılar olmuştur. Bunun en belirgin göstergesi, kadın ve erkek arasındaki eşitlikçi yaklaşım ve kadının öncü olması kabul edilmesidir. Örneğin Ezidi inancında kadınlar ritüellerde öncü rol üstlenir; Kakailik ve Yarsanîlik'te kadınlar erkeklerle eşit haklara sahiptir ve toplumdaki yerleri özenle korunur. Alevilikte kadın-erkek eşitliğine aykırı davranmak toplumsal bir ayıp olarak görülür. Durzî inancında da kadın-erkek ilişkileri eşitlik temellidir ve kadına yönelik hiçbir baskı kabul edilmez. Bu anlayışı günümüze kadar taşıyan birçok inanç sistemi mevcuttur. Bununla birlikte, tek tanrılı dinlerin kadını ötekileştiren ve toplumsal hakları belirli zümrelere tanıyan anlayışlarından kısmen etkilenmiş olsalar da, bu inançlar özlerini korumayı başarmıştır. Ayrıca bu inanç sistemleri yalnızca bâtınî ya da metafizik değil, aynı zamanda toplumsallık temelinde bir ideoloji, felsefe ve direniş anlayışı da geliştirmiştir. Yani sadece içsel boyutlarıyla değil, aynı zamanda diyalektik ve bilimsel yönleriyle de önem taşımaktadırlar.
Ortadoğu’yu Ortadoğu yapan, tarih boyunca direngen ve yaratıcı halklara, inançlara ve kültürlere ev sahipliği yapmasıdır. Bu coğrafyada yaşayan halkları tanımak için öncelikle tarihsel okumalar yapmak gerekir. İsmi az duyulmuş ya da zamanın faşizan baskıları altında soykırımlara uğrayarak silinmeye yüz tutmuş yüzlerce, hatta binlerce inanç, kültür ve ulustan bahsetmek mümkündür. Ortadoğu’yu daha iyi tanımak ve anlamak için, her biri başlı başına birer araştırma konusu olan bu halkların geçmişine, bugününe ve geleceğine bakmak büyük önem taşır.
Bu yazımızda bu halklardan ve inançlardan biri olan Durzîler’i (veya Duruzları) ele alacağız.
Durzîlerin, esas olarak Sina Yarımadası’nı kapsayan bir bölgeden başlayarak Mısır’dan Toros Dağları’na kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğu söylenmektedir. Suriye’deki en büyük gruplardan biri olan Durzîlerin etnik kökenine dair ise günümüze kadar net ve kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Mevcut bilgiler çoğunlukla varsayımlara ve rivayetlere dayanmaktadır; dolayısıyla somut ve doğrulanmış kaynaklara dayanmaz.
Fatımi devleti
Fatımi Devleti’nin kurucusu Ubeydullah, Peygamber Muhammed’in kızı ve Hz. Ali’nin eşi olan Fatıma Zehra’nın soyundan geldiğini iddia ettiği için kurduğu devlete "Fatımi" adını vermiştir. Abbâsîlere karşı bir alternatif olarak kurulan bu Şii devleti, İslam dünyasında hem siyasi hem de mezhepsel açıdan önemli bir rol oynamıştır. Şia’lık iki ana kola ayrılmaktadır: On İki İmam Şiiliği, on iki imamın tamamını meşru kabul ederken; Fatımiler, yalnızca Yedi İmamı hak kabul eder. Bu fark, Şii mezhebi içinde bir bölünmeye neden olmuştur.
Durzîler, Şialığın İsmailiyye koluna bağlı olan ve Yedinci İmamcı olarak bilinen anlayıştan etkilenmiş bir topluluktur. Suriye’deki Durzîler, beş peygambere inandıklarını ifade ederken; genel araştırmalarda Durzîlerin, yedi imam ve yedi peygamber inancını benimsedikleri belirtilir. İnançlarının temeli, Fatımi Halifesi el-Hâkim bi-Emrillah’a dayanır. Durzîler, el-Hâkim’i yalnızca bir halife olarak değil, Tanrı’nın yeryüzündeki tezahürü olarak kabul ederler. Onun yardımcısı ve inanç sisteminin kurucusu sayılan Hamza bin Ali’yi ise peygamber olarak görür ve ikisini kutsal figürler olarak saygıyla anarlar. Durzîlik, 11. yüzyılda İslamiyet’in Şii mezhebinin İsmailiyye kolundan doğmuş, özgün bir inanç sistemidir. Durzîler kendilerine “Muvahhidûn” yani “Tevhid ehli” (birleştiriciler, tek tanrıya inananlar) derler. Bu inanç topluluğu, Fatımi Devleti’nin altıncı halifesi Ebu Ali Mansur el-Hâkim bi-Emrillah ve onun veziri Hamza bin Ali tarafından şekillendirilmiştir.
Bazı rivayetlere göre, Hamza bin Ali Ahmed adında bir inanç insanı tarafından Durzîliğin temel ilkeleri yazılı hale getirilmiştir. Hamza’nın İran’ın Horasan bölgesindeki Zozan kentinde doğduğu, yaşamının ilk yirmi yılını burada geçirdiği ve ardından, Fatımi Halifeliği’nin kurulduğu dönemde, bilimin geliştiği bir çağda Kahire’ye göç ettiği söylenir. Bir süre sonra Fatımi sarayında danışmanlık görevine getirilmiş ve bu görev sayesinde öğretilerini açıkça yayma özgürlüğü elde etmiştir. Hamza’ya karşı çıkan önemli bir figür ise Muhammed bin İsmail Neştekin ed-Derezî olmuştur. Derezî, El-Hâkim’in yanında bir çalışandır ve kendisini imam ilan ettirmeye çalışmıştır. Ancak bu durum halkın tepkisini çekmiş ve 1020 yılında çıkan bir isyan sırasında Derezî öldürülmüştür.
Neştekin ed-Derezî ve yandaşları infaz edildikten sonra, Hamza bin Ali inancını geliştirmeye iki yıl daha devam eder. Bu oluşumu bazıları bir tarikat olarak tanımlarken, bazıları ise tek tanrılı dinlerin bir sentezi ya da özgün bir inanç sistemi olarak görür. Hamza’nın geliştirdiği bu inanç, ona karşı çıkan ve halk tarafından öldürülen Derezî’den esinlenerek zamanla “Durzîlik” adını alır. Durzîler kutsal kitap olarakta Resâilü’l-Hikme’yi kabul ederler. Bu kitap, özellikle toplumun ahlaki ve politik yanına odaklanır. Durzî inancına göre tüm yasa ve kuralların temelinde toplumsal ahlak yer alır.
Ilahi davet
Durzîlik inancı, altıncı Fatımi halifesi Ebu Ali el-Mansur el-Hâkim bi-Emrillah’ın ilahlığı inancına dayanarak gelişmiştir. Durzî inancında onun Tanrı olduğu kabul edilir. Bu ilahi çağrıya “Tevhid Davası”, "Üniter Çağrı" ya da "İlahi Davet" adı verilmiştir. Durzîliğe katılım, bu davetin yapıldığı zaman dilimiyle sınırlandırılmıştır.
Buna göre, Durzîliğe davet kapısı, Fatımi halifesi el-Hâkim bi-Emrillah tarafından 30 Mayıs 1017 Perşembe günü, gün batımı vaktinde açılmış; 1043 yılında ise El-Mu'tena Baha’ud-Din tarafından kapatılmıştır. Bu tarihten itibaren Durzî inancına yeni katılım yasaklanmış ve "Altın Çağ" olarak adlandırılan kıyamet gününe kadar kimsenin bu inanca alınmayacağı belirtilmiştir. Bu nedenle 1017 yılı, Durzîler için takvim başlangıcı olarak kabul edilir. Durzîlikte “Durzî olunmaz, Durzî doğulur” inancı bu anlayışa dayanır. Bu aynı zamanda Durzî inancının Mısır’da kurulan Fatımi Devleti ile başladığı inancını da destekler.
Sınır labirentleri
Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte Levant bölgesinde, Arapçada "Bilâdü’ş-Şâm" ya da "El-Maşrik" olarak bilinen Şam Vilayeti’nin yapay sınırları çizilmeye başlandı. Bu sınırlar, İngiltere ve Fransa’nın bölgede ekonomik ve siyasi çıkar sağlamak amacıyla oluşturduğu manda yönetimlerini kapsıyordu. Bu kapsamda, Suriye, Lübnan ve Filistin’in sınırları yeniden belirlendi. Özellikle Fransızlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından, 1920 ile 1946 yılları arasında, iki dünya savaşı arasındaki süreçte bölgede nüfuz kazandılar. Fransa, bu dönemde Suriye, Lübnan, Ürdün ve İsrail topraklarında söz sahibi olarak kendi manda yönetimlerini kurdu ve bu ülkelerin sınırlarını büyük ölçüde şekillendirdi. Avrupalılar, bu bölgeye genellikle oryantalist bir bakış açısıyla yaklaşmış ve bu toprakları “doğulu” olarak tanımlamışlardır. Bu nedenle bazı Avrupa dillerinde "Ortadoğu" terimi yerine "Levant" kelimesi kullanılmaktadır.
Böl-Parçala ve Yönet
Sınırların yalnızca halkları, inançları ve kültürleri parçalamakla kalmayıp; aynı topraklarda kök salmış, aynı sudan içmiş ve aynı anneden emmiş toplumsal bağları, hatta kan bağı olan kardeşleri bile ayırdığını unutmamak gerekir. Özellikle son yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı, bu parçalanmanın en somut örneklerini sunar. Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte emperyalist güçler, Ortadoğu’da kendi jeopolitik ve jeostratejik çıkarları doğrultusunda sınırlar çizmiş ve bu da bölge halkları açısından derin yıkımlara yol açmıştır. Bu süreçte Kürtler, Durzîler, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Rumlar, Çerkesler, Nusayrîler (Aleviler), Marunîler ve daha birçok halk ve inanç topluluğu yapay sınırlarla bölünmüş, parçalanmış ve çoğunlukla sistemin en zayıf halkası haline getirilmiştir. Bu parçalanmadan payını alan topluluklardan biri de Durzîlerdir. Yapay sınırlarla Ortadoğu’ya ve diasporaya savrulmuşlardır. Bugün dünya genelinde 2 ila 1,5 milyon arasında Durzî nüfusu olduğu tahmin edilmektedir. Bunların 700 ila 800 bini Suriye’nin Süveyda ve Dera kentlerinde (Cebel el-Durz) yani İsrail sınırına yakın bölgelerde yaşar. Yaklaşık 250 ila 300 bini Lübnan’ın Şuf Dağları’nda, 30 ila 40 bini Ürdün’ün Amman çevresinde, 100 ila 150 bini ise İsrail’de yaşamaktadır. Geri kalanlar ise çeşitli Ortadoğu ülkelerinde ve diasporada dağınık halde yaşamaktadır. Ancak bu sayılar sadece tahminî verilerdir; çünkü bugüne kadar Durzî kimliğine özel resmi bir nüfus sayımı yapılmamıştır.
Çizilen bu yapay sınırlar, Durzîleri Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin ve İsrail arasında bölmüş ve günümüze kadar dağınık bir şekilde yaşamalarına neden olmuştur. Her ne kadar bu sınırların içinde inançlarını ve toplumsal kimliklerini korumayı başarmış olsalar da, sınırları aşarak birleşmeleri mümkün olamamıştır.