Başlangıç adına: Yazmak

‎Bir acıdır, hep düşündürür: Kaç defter hâlâ bir operasyonun ardından saklı duruyor? Kaçı yandı, kayboldu, kar altında kaldı? Belki bir gün Kürdistan dağlarını adım adım ararsak, o defterleri, o sonsuzlukları buluruz.

FERİDE RAPO

“Yazmak, ölümden çalmaktır.” Ne kadar da düşündürücü bir söz, değil mi?

‎Bu söze neden katıldığımızın birçok cevabı olabilir. Ancak hepimizin hemfikir olduğu bir nokta var: Yazmak, yaşanılanı tarihe, insana, topluma aktarmaktır. Yani aslında “an”da yaşadığın şeyi sonsuz kılmaktır.

‎Acaba insan, kil tabletlere canla başla bir şeyler kazırken bu amacı mı gütmüştü? Yoksa sadece bulunmak, anlaşılmak mı istemişti? Bunu tam olarak bilemeyiz. Ama yazmanın bir bellek oluşturduğu kesindir.

‎‎Kürt gerçeğinde yazmaktan çok, sözlü gelenek bu belleğin bir parçası olarak varlığını sürdürdü. Söz, sanatın bir biçimine dönüştü; destanlar, hikâyeler bir ezgiye, bir dengbêjiye evrildi. Böylece bugüne kadar geldi, hâlâ da sürüyor. Yazmak ve anlatmak, bir bellek oluşturdu. Anlatma ve anlama derdi olanlar bu belleğe yöneldi; hakikati aradı ve bulduğunu bir şekilde aktardı. Bir kişide doğan hakikat, zamanla toplumsallaştı. Doğru ve güzel olan satırlar, şarkılar, şiirler, sesler sonsuzlaştı.

‎Toprak atmak mesele değildir; çünkü insan ruhunu toprağın üzerine bir tohum gibi bırakır. O tohum kimi zaman çiçek olur, kimi zaman ağaç ya da kaktüs… Kimi için güzel bir koku, kimi için yaslanacak bir gövde, kimi içinse acı olur ama yine de varoluşu doğurur kendinden. İnsan zamanla bunu geliştirdi — hem iyiye hem kötüye hizmet etti. Bu diyalektik hep birbirinin içinde ilerledi; ama ruhu veren, yine o tohumun kendisinde saklıydı. Ondan vazgeçmeyenler de vardı, kısa yoldan yüzeyselleşenler de.

‎Teknoloji geliştikçe yazıya belki daha az ihtiyaç duyulur oldu. Ancak yazılı ve sözlü biçimlerin yarattığı o sonsuzlaşma, büyük bir emek, yaratıcılık ve ulaşma azmi gerektiriyordu — bu da inkâr edilemez bir gerçek.

‎Konudan kopmadan söylemek gerekirse, yazmanın ve söylemin sanatla “başlangıca” eriştiğini görmek gerekir. Zira söz ya da mısraya dönüşmeyen şey, belleksiz ve eksik kalacaktır. Günümüzde bilgiye ulaşmak ne kadar kolay olsa da, kitapların sayfalarındaki ağaç kokusuna, üzerine düşmüş bir gözyaşı izine veya arasına bırakılmış bir çiçeğe ulaşmanın hazzıyla aynı olmadığını bilmek zorundayız.

‎Bir inşa gücü olarak yazmak

‎Yazanlar ve sözü aktaranlar, sanatın ilk icra basamağını bize gösterdiler.

‎Bu yüzden “başlangıç” olarak yazmaktan söz ettim; çünkü bunun değerini yeniden hatırlamak istedim.

‎Özelde belirtmek gerekir ki bu güçlü hakikati, tarih ve belleğin ötesinde, en çok Önder Apo’nun ve şehit yoldaşların güncelerinde hissetmek gerekir. Önderlik, bütün yaşamı boyunca —özellikle de İmralı sürecinde— bizlere yazmakla bir felsefe, bir arayış, bir ilerleme biçimi kazandırdı. Yazmayı bir inşa gücüne dönüştürdü.

‎Yani yalnızca varlığı ve mücadele tarihiyle değil, yazdıklarıyla da bir sonsuzluk yarattı; o yazılar dünyaya yayıldı. Kapitalizmin koktuğu yüzyıllarda bilgelik damarlarını yeniden dirilterek hakikat derdinde olanlara yaşam verdi, yol gösterdi. Aynı şekilde şehit yoldaşlar ya da hâlâ yazmayı bir görev bilinciyle sürdürenler de aynı çizgide ilerleyip sonsuz satırlar bıraktılar bize.

‎Bir acıdır, hep düşündürür: Kaç defter hâlâ bir operasyonun ardından saklı duruyor? Kaçı yandı, kayboldu, kar altında kaldı? Belki bir gün Kürdistan dağlarını adım adım ararsak, o defterleri, o sonsuzlukları buluruz.

Hakikati yazan, bunun için yıllarını zindanlarda geçiren veya canıyla bedel ödeyenler… Onlar da tarihtir, değil mi? En az kil tabletlere bin bir emekle yazı kazıyanlar kadar dirençlidirler — hatta belki daha da fazlası.

Bu yüzden başlangıç olarak “yazmak”, her yazılacak konuda sonsuzluğu arama ve ona sığdırma amacını taşır.

‎Şimdilik “yazmak”, özelde kadının sanatı üzerine eğilmenin de bir başlangıcıdır. Her harfini çiçek çiçek alıp bunun için bedel verenlerin saçlarına, büyüyen hakikat tohumundan bir çiçek iliştirmektir.

‎Anlam yerini bulursa, inanıyorum ki Gurbetelli, Nagihan, Nehar, Cihan ve niceleri o çiçeği saçlarında hissedeceklerdir. Çünkü bütün çiçekler ve hakikat bahçesi, en çok da o bahçeyi yetiştirmek için canını verenlere aittir.